23 Nisan 2008 Çarşamba


“Banka Kartı” demek ne demek ?

Banka kartı, kart kullanıcısının bankasında açtırdığı vadesiz mevduat hesabındaki parasına ulaşmasını sağlayan bir üründür ve ATM’lerden vadesiz mevduat hesabındaki paralara ulaşım imkanı sağlar.Ayrıca, birçok kart kullanıcısının düşündüğünün aksine, hesaplardaki paralara ulaşmanın tek yolu ATM makinaları değildir. Bu makinalar dışında, neredeyse kredi kartı kabul eden tüm yerlerde “banka kartınızı" kullanarak alışveriş yapabilirsiniz. Ancak kredi kartından farklı olarak, bunu yapabilmeniz için hesabınızda para bulunması gerekmekte.

Son günlerde televizyonda ve otobüs duraklarında sıkça gördüğümüz "Bankalararası Kart Merkezi"nin (BKM) desteğiyle hazırlanan, Okan Bayülgen’in canlandırdığı Gandalf, Bob Marley, Einstein ve Marilyn Monroe karakterlerinden oluşan “Banka kartı demek, nakit para demek” ibareli reklamlarla banka kartı kullanma bilinci ya da alışkanlığı topluma aşılanmaya çalışılıyor. Yanınızda nakit paranız kalmadıysa ATM aramak yerine, cüzdanınızdaki banka kartıyla alışverişinizi tamamlıyorsunuz. Burada büyük bir kolaylık sağlandığı görülebilir. Ancak bu konuya bir başka açıdan da yaklaşabiliriz. Bildiğiniz gibi kredi kartınızın hesabında para bulunmasa bile alışveriş yapabiliyorsunuz ve zamanı geldiğinde ödüyorsunuz. Banka kartında ise durum farklı. Onu kullanabilmek için parayı hesabınızda baştan bulundurmanız gerekiyor. Yani kredi kartında bankaya borçlanırken, banka kartında, banka paranızı baştan alıyor. Para cüzdanınızda duracakken, bankalar sahip oluyor. Bir başka etkisi de tüketimin stresini azaltması. Şöyle ki cebinizden çıkarıp 50 YTL verirken mi daha rahat hissedersiniz, yoksa bir plastik kartı mı ? Tabiki de plastik kartı verirken daha rahat hissedersiniz. Bazen hiç paranız gitmemiş gibi de gelebilir size. Evet, bu da normal çünkü cüzdanınızda paranız yok, zaten hepsi bankada.


Burada da gördüğümüz gibi, sadece sahip olacağımız ürünler ve hizmetler değil aynı zamanda onlara ulaşmamızı sağlayan araçlar da pazarlanabiliyor. Tüketim alışkanlıkları değiştirilebiliyor ve tüketicilerin tüketirken psikolojik olarak rahat olmaları sağlanıyor.

22 Nisan 2008 Salı

MADE IN TURKEY

Ülkemizde yıllardır fason üretim yapan firmalarımız artık marka olmanın önemini kavradı ve son yıllarda markalaşma için önemli adımlar atıldı. Geçmiş yılarda daha ucuz üretim yapmanın yollarını arayan firmalar artık daha kaliteli, katma değeri yüksek mallar üreterek kendi markalarıyla dünya pazarlarında büyük pay alabilmek için büyük bir uğraş içindeler. Günümüzde gittikçe ağırlaşan rekabet koşulları ve değişen tüketim kalıpları uluslararası arenada söz sahibi olabilecek markalar yaratmayı gerçekten çok güçleştiriyor.Bu zor koşullara rağmen küresel pazardan pay alan firmalar da yok değil. Yıllarca dünyanın en büyük markaları için üretim yapan Mavi Jeans 15 yılın ardından dünyanın en iyi 16 jean markası arasına girmeyi başardı ve şimdi çıtayı daha da yükselterek premier segmentinde yer alan Diesel, Guess, Miss Sixty,DKNY, Tommy Hilfiger gibi dünyaca ünlü markalarla rekabete soyundu. Ülkemizin sahip olduğu rekabet avantajlarına rağmen mavi jeans gibi bir başka dünya markası daha çıkaramamamız ise üzüntü verici. Dünya markası yaratamamızın sebeplerinden biri de ''MADE IN TURKEY'' damgasının dünyada yarattığı imaj.İnsanların algıladığı bu imaj da Türkiye'de kaliteli ürün üretilemeyeceğine dair. Bu önyargıları kırmak, Türkiye'nin imajını da kalite standartlarını da yükselterek markalaşmanın önünü açmak için ilk ve tek devlet destekli markalaşma programı olan Turquality başarıyla yürütülmektedir. Kısacası Türkiyede ki farklı sektörlerde olan firmaların markalaşmaları adına destek sağlamakta; onların pazarlama, satış ve satış sonrası süreçlerinde de yardımcı olmaktadır.
Dünya markası olma yolunda, bir başka örnek ise; Anadolu da yetişen bitkileri kullanarak ürettiği Bioxcin ve Bioder'in yaratıcı Cihat Dündar'ın dünya markalarıyla rekabet içinde olması. Cihat Dündar'ın formülleri yaratma hikayesi de ilginç. 3 yıl boyunca kendi imkanlarıyla evinin mutfağında bitkisel karışımlar hazırlamış. Daha sonra bu karışımları kendi ve çevresindekiler üzerinde denemiş. Sağlık Bakanlığından izin aldıktan sonra 2003 yılında Bioxcini, 2006 yılında ise Bioderi piyasaya sürmüş. Piyasaya girdikten 2-3 yıl gibi kısa bir süre sonra pazar lideri olan ürününü, 2007 yılında Bioxet adıyla yurtdışına pazarlamaya başlamış. Avrupa'da 1 milyon euroluk, Ortadoğu'da ise 500 bin dolarlık satışlar yaparak Batılı firmalarla ciddi bir rekabet içerisine girmiş. İşin ilginç yanı ise; dünyadaki dev şirketlerin piyasaya sürdüğü ürünlerine karşın hiçbir eğitim almadan , kendi imkanlarıyla yaptığı araştırmalarla, kendi topladığı bitkileri kullanarak yapmış olduğu karışımlarla rekabet etmesidir. Hatta bi yandan rekabet açısından sanşlı olduğunu bile vurguluyor. Çünkü bitkileri çok iyi tanıdığını ayrıca Anadolu topraklarında çok çeşitli bitkilerin olduğunu ve yalnızca bizim topraklarımızda yetiştiğini söylüyor. Bunun aksine Batılı firmaların bitkilerin çoğunu tanımadığını belirtiyor. Bu nedenle de formüller için çok büyük araştırmalar yaparak büyük paralar harcadıklarından bahsediyor.
Tabii ki dünya markalarıyla rekabet etmek ilk başlarda bu kadar kolay olmamış. Almanya'ya yaptığı ilk girişimin sonucu olumsuz olmuş. En büyük engel yine ürünün üzerinde Made in Turkey yazısının olmasıymış. Şimdi ise Hollanda,Lüksemburg, Belçika ve Portekiz de Made in Turkey yazısıyla eczanelerde satış yapılıyor.
Cihat Dündar'ın hedefi ise global bir marka olmak.Türk firmasının global bir marka olabileceğini göstermek istiyor herkese. Ama çeşitli engeller de yok değil, yine bu engellerin en büyüğü ülkemizin imajı olduğunu söylüyor. Bu imajda da Türklerin kaliteli ürün çıkaramaması olarak algılanılıyor. Mali ve üretim engellerinin olmadığını tek sorunlarının imaj sorunu olduğunu vurguluyor. Bence de markalaşmak,dünya markalarıyla yarışmak için yapacağımız en önemli şey öncelikle önyargılarımızdan kurtulup yanlış algılanan imajımızı düzeltmek olmalıdır. Bazı Türk markalarının dünya markaları kadar kaliteli olabileceğine önce kendimiz inanmalı sonra dünyadaki imajımızı değiştirmek için uğraşmalıyız.

17 Nisan 2008 Perşembe

BAHSE GİRERİM, BAHİS SEKTÖRÜ BÜYÜYOR!

Futbol uzun yıllardır bir küreselleşme sürecinin içinde. Kendi içinde devamlı yeni akımlar geliştiren ve böylelikle özellikle ekonomiyi büyük ölçüde etkileyen futbolun, son yıllarda dünya piyasaların yaptığı en büyük etki bahis sektörü…

Aslına bakılırsa bahis sektörü futbolla veya herhangi bir spor dalıyla sınırlandırılamayacak kadar büyük bir sektör. Günümüzde yeni ABD başkanının kim olacağından , hangi yıldızın kimle aşk ilişkisi yaşayacağına; Fidel Castro’nun ne zaman öleceğinden, Eurovision’u hangi ülkenin kazanacağına kadar yüzlerce çeşit bahis mevcut. Çok büyük paraların döndüğü bu sektörde, birçok insan bahis oynayarak para kazanmayı meslek haline getirmiş durumda. Bahis sektörünün bel kemiğini spor oyunları oluştururken, en büyük pazar futbola ait.

Bahis sektörünün en popüler alanı futbol. Futbol bahislerinde dönen para milyarlarca dolarla ifade ediliyor. Futbol dünya çapında inanılmaz ilgi gören bir alan. Futbolu günü gününe takip eden, maç sonuçlarını düzenli olarak kontrol eden izleyici sayısı çok fazla. Dolayısıyla , birçok insan futbola olan ilgisini ve bilgisini paraya çevirmek istiyor. Böylece hem zevk aldığı şeyi iyi bir şekilde takip ediyor, hem de bu işten para kazanma fırsatını elde ediyor.

Batı da 1930’lu yıllara dayanan futbol bahis sektörü, biz de çok yeni. İş resmiyete dökülmeden, yani ilk legal bahis oyunu İddaa kurulmadan önce bu iş yasadışı şekilde yapılıyordu. İddaa’nın hayatımıza girmesiyle birlikte işin çehresi birden değişti. İnsanlar bu oyunu inanılmaz bir şekilde benimsediler. Her caddeye bir İddaa bayisi açıldı. Gazeteler haftanın bazı günleri çeşit çeşit “İddaa’da kazandıran” ekler yayınlamaya başladı. Televizyonlarda bununla ilgili programlar yapılmaya başlandı. Bu inanılmaz ilgi sonucunda Türkiye 8 milyar dolarla, “devlet eliyle oynatılan” bahis liginde dünyada 3.lüğüne yerleşti. İddaa Genel Müdür Yardımcısı Kerem Ertan, Türkiye`deki potansiyele dikkat çekiyor ve 2004 yılında faaliyete geçen İddaa`nın her yıl beklentilerin yüzde 25 üzerinde büyüdüğünü belirtiyor.

İnternet kullanımının yaygınlaşması da bahis pazarını büyüten en önemli etkenlerden biri oldu. Eskiden sadece büfelerden yapılabilen bahisler, artık birkaç dakika da oturduğunuz yerden bahis siteleri aracılığıyla yapılabiliyor. İnternette bu alanda yayın yapan site sayısı hayli fazla. Bu siteler para yatırma ve para çekme konusunda müşterilerine kolaylık sağlayarak, bahis oranlarını yüksek tutarak birbirine üstünlük kurmaya çalışıyor. Türkiye’de kredi kartına sahiplik oranının yüksek olduğu düşünüldüğüne sanal bahise olan ilginin bir diğer nedeni daha ortaya çıkıyor. Ayrıca verdikleri yüksek bahis oranları da bu siteleri cazip hale getiriyor. Bu yüksek oranların, sanal bahis şirketlerinin vergi vermemesinden kaynaklandığını söylemeye gerek yok sanırım. Türkiye’de sanal bahis oynatmak kanun dışı olduğu için bu siteler genellikle İngiltere, Kıbrıs ve Malta kaynaklı çalışıyorlar. Sanal bahis olayı rakamlarla incelendiğinde durum çok daha rahat gözlemlenebiliyor. Betsson, Bwin ve Betfair gibi bahis siteleri her gün onbinlerce kullanıcı tarafından ziyaret ediliyorlar. Betfair web sitesi yöneticisi Mark Davies, üçüncü yılına giren web sitesine günde 75 bin bahisçinin geldiğini, yoğun saatlerde dakikada 12 bin bahis kabul ettiklerini belirtirken, bu rakamların geçen seneye göre 10 kat arttığını söylüyor. Yabancı bahis şirketleri Türkiye’deki potansiyeli fark ederek, sitelerine Türkçe dil seçeneği ekliyor. İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre 400 bin Türk sanal kumar oynuyor. Beteurope'un kayıtlı Türk üye sayısı 150 bin civarında. Online bahis sektörünün en önemli gelir kaynağını İngiliz bahisçiler oluşturuyor. Araştırmalara göre İngilizlerin %75’i sanal bahis şirketlerine para yatırıyor.

Bahis şirketleri oynattıkları bahisler üzerinden kulüplere de belli miktarlar ayırmak zorundalar. Para dağılımı, kulüplerin bahis popülaritesine göre belirleniyor. Yani sizin herhangi bir takım üzerine yaptığınız bahisten, o takım da kar elde ediyor. Bu bağlamda bahis sektörünün mali yönden kulüpleri desteklediğini söyleyebiliriz. Sektörde dönen para çok büyük miktarda olduğu için maça etki eden ufak faktörler, çok belirleyici birer rol üstleniyor. Bu bağlamda futbolcuların maçta yaptığı olumlu ya da olumsuz hareketler büyük paraların el değiştirmesi demek. Son dünya kupasında İngiltere’nin David Beckham’ın ayağından gelen bir golle maçı kazanmasının ekonomiye 100 milyon sterlin kazandırdığı bahis şirketleri tarafından açıklandı. Sadece bu örnek bile büyük meblağları tarif etmeye yeter sanırım. Ayrıca, bahis şirketlerinin 2006 yılının ilk altı ayında sponsorluk anlaşmaları ile yapmış oldukları harcamalar 300 milyon sterlini geçmiş durumda.

Son yıllarda bahis ve futbol iyiden iç içe geçmiş durumda. FIFA başkanı Sepp Blatter bile bahis oynadığını söylemekten çekinmiyor. Bahis olayının bu derece futbolun içine girmesi, futbolun giderek kirlendiği iddialarını da beraberinde getiriyor. Dünyanın değişik yerlerinde birbiri ardına patlayan skandallara bakıldığında durumun vahameti ortaya çıkıyor. FIFA ve UEFA’nın son yıllardaki en büyük sorununu da bu bahis skandalları oluşturuyor. Mesela; geçtiğimiz aylarda Almanya’da yönettiği maçlar için bahis oynayarak şike yapmakla suçlanan hakem Robert Hoyzer, bahis oynadığını itiraf etti. Yine geçen sezon İtalya’da yirmiye yakın futbolcu hakkında şike yaptıkları için soruşturma başlatılmıştı. Birçok ülkenin futbol federasyonu ülke futbollarını bahis skandallarına bulaştırmamak için özel önlemler alıyor. FRANSA Profesyonel Futbol Ligi (LFP) yeni aldığı bir kararlar, kulüplerin kumar oyunu ve bahis şirketlerinin reklamlarını taşımasını yasakladı Türk futboluna baktığımızda da durumun vahametiyle karşılaşmak mümkün. Gökdeniz Karadeniz’in son dönemde yaşadığı olaylar duruma en çarpıcı örnek. Hatta durum öyle bir hal aldı ki; bazı kulüpler bahis oynadıkları yüzünden oyuncularını kadro dışı bırakıyor veya sözleşmesini fes ediyor.

Türkiye Süper Ligi'ndeki şike ve rüşvet iddiaları yabancı bahis şirketlerini de tedirgin ediyor. Avrupa basınında yer alan Türk futbolunun mafya batağına saplandığı şeklinde yorumlar bahis şirketlerini daha dikkatli olmaya yöneltiyor. İntertops adlı şirketin yöneticisi Detlef Train, ''Belirli liglerde dikkatli hareket ediyoruz. Türk Ligi ile ilgili olarak en fazla 500 Euro'luk bahis kabul ediyoruz. Alman Ligi'nde ise 2000 Euro'ya kadar bahis alıyoruz.'' diyor.

Genel olarak bahis sektörüne baktığımızda, futbola aktarılan nakit miktarını ve futbola artan ilgiyi olumlu gelişmeler olarak görebiliriz. Ama bahis oyunlarının alışkanlık yapıcı özelliği düşünüldüğünde olaya biraz daha dikkatli yaklaşmak gerekiyor. Bu konuda kişisel tavsiyem bahis oynanacaksa, küçük miktarlarla eğlence için bahis yapmaktır…


Kaynak:

ntvmsnbc.com

hurriyet.com.tr

sporvizyon.zaman.com.tr

GİTARİST TAVSİYESİ...

Bugün yoldan hangi genci çevirsek ve kendisine bir gitar markası sorsak cevap büyük bir ihtimalle Ibanez olacaktır. Bende yıllardır gitar çalarım ama şu marka takıntısı olayını hiç mi hiç anlamam. Geçenlerde bornovaya çalışmaya giderken metro turnikesinde güvenliğin elimdeki gitara bakarak "ibanez mi?" diye bir soru patlatması da beni hayli üzdü.

Elimdeki bir Cort EVL-Z4 (resimde görülen). Gurula taşırım gitarımı. Ben severim Cort'umu, hatta görenler hasta olur ona, satanist birşey sevimli de bir yandan. Fakat nedir bu piyasadaki Cort düşmanlığı?

İstanbul müzik aletleri piyasası nabzının attığı "tünel"de de bu düşmanlık hat safha da. Bu kesinlikle "word of mouth" olayının negatif bir yansımasıdır. Hayatında eline Cort gitar almamış insanların orda burda yazdıkları boş yazılar malesef fiyat-performans oranı optimum olan bu güzide markayı yaralıyor.

Cort'un iki fabrikası bulunuyor; Endonezya ve Kore. Alt modeller Endonezya, üst modeller ise Kore'de üretiliyor. İşin garip tarafı; Cort'u acımasızca eleştiren bu arkadaşlar, Ibanez gitarlarının Cort Kore fabrikasında üretildiğinden haberdar bile değiller.

Aynı fabrika, aynı işçilik ama fiyatlara gelince arada bir uçurum. Tabi bu Ibanez'in kendini pazarda iyi tanıtmasından da kaynaklanıyor. Türkiye piyasasına daha erken girip, uzun yıllar kullanıcıların tek seçeneği olması da ayrı bir avantaj.
Oysa ki Cort firmasının da 45 yıllık bir geçmişi var. Onlar da dünkü çocuk değiller piyasada, fakat Türkiye pazarında etkili bir şekilde konumlanmaları biraz zaman alacağa benziyor. Türk kullanıcıları etkilemek amacıyla ürettikleri "Cort TE1 (turkish edition)" modeli, gerçekten başarılı bir çalışma.

Cort markasını can-ı gönülden destekliyorum, teşekkürlerimi sunuyorum ve başarılarının devamını diliyorum. Son sözüm de gitarist arkadaşlara; yeni bir gitar almadan önce, karar verdiğiniz markayla aynı fiyat aralığında bir Cort'u karşılaştırınız, sırf head stock'da* Cort yazıyor diyerek düşman olmayınız, paranızı boşuna savurmayınız.



Headstock: Gitar sapının marka yazısının bulunduğu en uç noktası.




CORT TURKISH EDITION

Mustafa Özkılıç

13 Nisan 2008 Pazar

Adem Baba Katık Lokantası

Balçova'da oturan ya da benim gibi yurtta ikamet eden arkadaşlar bilirler; okula gelmeden az önce bir ev yemeği lokantası vardı. Şimdi tadilat sebebiyle kapalıymış galiba ama o Denizbank'ın "Ben buradayım" diyen turuncusu dikkatinizi çekti mi? Ya da bankalara gittiğinizde düşük faizlerle verilen girişimcilik kredileri reklamları? Yazıya böyle bir giriş yapmamın nedeni finans sektörünün ağzını sulandıran KOBİ'ler.

KOBİ, genel hatlarıyla yıllık 250 kişiden az istihdamı bulunan ve mali bilançosu 25 milyon YTL'yi geçmeyen küçük ve orta büyüklükteki işletmelere verilen genel isim. Türkiye'de mevcut 1.800.000 KOBİ, yaratılan katma değerin yüzde 37,7'sinde söz sahibi. Bunun yanında yatırımların yüzde 30'u onlar tarafından yapılıyor ve aralarında ciddi manada büyükler ligine oynayan şirketler de var. Büyük ve kurumsallaşmış şirketlere nazaran esnek olabilmeleri ve yenilikçiliğe kaynak ayıran yaklaşımları ile KOBİ bankacılarını peşlerine takıyorlar. Türkiye'deki finans sektörünün son beş yılı incelendiğinde, 2001 krizi öncesinde bankalar kredilerini ve hizmetlerini segmente etmek yerine risksiz getiri elde ettiren yüksek faiz ürünlerini pazarlama yoluna gitmiş, dolayısıyla bu yaklaşım kredi sektörüne sekte vurmuştur. Krizin akabinde gözü açılan bankalar, ilk önce kişisel kredilere sonrasında ise gerçek anlamda KOBİ'lere göz kırpan kurumsal kredilere yönelmiştir.

Burada bankalarımız tabii her önüne gelene kredi bahşetmiyor. Onlar da seçici davranıp "KOBİ Yıldızlarını" belirliyorlar. Bu da onların dolaylı yoldan eşsiz bir reklamı oluyor tabii. Oturup bunun üstüne kafa yordum. Mesela, bankanın biri sadece bir sektöre konumlansa ve o sektörü çok iyi tahlil edip oradaki KOBİ'leri değiştirmeye, geliştirmeye yönelse daha iyi olmaz mıydı? Sonuç olarak, her sektörün gerektirdikleri farklı ve hepsi de aynı oranda finansal desteğe ihtiyaç duymuyorlar. Bir de bunu CRM açısından incelemek istedim. Sürdürülebilir bir finansal dostluk için hizmeti sağlayan bankanın şirketi yakından takip etmesi de çok önemli; hatta bence bu sıcak takip yenilikçi önerilerle perçinlenmeli.

Bankaların işi aslında göründüğü kadar kolay değil. Zira, devlet teşvik ve yardımlarına salık veren kurumların varlığı onların için başlı başına bir sorun. Bu sorun da köklerini KOBİ'lerin bankalara olan güvensizliğinden alıyor. Bu yüzden açık, kafalarda soru işareti bırakmayan satış teklifleri uzun soluklu bir pazarlama planı için çok iyi olur diye düşündüm naçizane. Ayrıca son zamanlarda ekonomik çalkalanmalardan muzdarip döviz ve turizm alanları için özelleştirilmiş ürünler çok iyi bir yaklaşım olurdu.

Kimi zaman pazarlama taktikleri bünyeleri tarumar eden bankaları şimdi bir de bu sektörde görelim bakalım. Kim daha çok "yıldız" avlayacak?

Teşekkürler