25 Mayıs 2008 Pazar

SİGARA YASAĞI



Dünyanın,sigarayla tanıştığı ilk yıllarda,sigara şirketleri satışlarını daha da arttırmak ve milyonlarca tiryakiyi müşterileri yapmak için uyduruk araştırmalarla sigaranın gribe iyi geldiğini,nefes açtığını,öksürüğe iyi geldiğini kanıtladı.Hatta insanları inandırmak amacıyla doktorları reklamlarda oynattılar ve billboardları sinirliysen yak bi sigara,rahatlatır seni sloganlarıyla donattılar.Daha sonra yapılan gerçek araştırmalarla geçte olsa sigaranın gerçek yüzüyle karşılaştı insanlar böylece sigaraya olan ilgiyi arttırmak için yapılan reklamlar yerini tüketiminin azaltılması amacıyla paketlerin üzerindeki uyarılara bıraktı.Önce sigara paketleri değişti ve paketlerin üzerine sigaranın bin bir zararını çarpıcı şekilde gösteren uyarılar yazıldı. Kuşkusuz en çarpıcısı sigara içmek öldürür olandı.İlk o yazıyı gördüğümde insan bunu bile bile nasıl sigara içer diye düşündüm. Tabii tiryakiler bu durumda her ne kadar sigarayı bırakmak isteseler de,bırakmak için her yöntemi deneseler de kanserin bir numaralı tetikleyicisi olduğunu bile bile sigara içmeye devam ediyorlar. Sigara şirketleri tüketimi bu kadar arttırdıktan sonra şimdi de sigaranın zararlarını gösteren bu tarz uyarılarda bulunuyorlar.

Bu arada tüketimin azalması için hükümetlerde boş durmuyor.Özellikle sadece içene değil çevrede bulunanlara da zarar verdiği için tüm dünyada tüketiminin azaltılması yönünde yasal önlemler alınmaya başlandı.Dünyada bu yasağı uygulayan 62 ülke var.1990 yılında Amerika’nın California eyaletinde başlayan sigara yasağı daha sonra 2004 yılında Avrupa’da uygulanmaya başlandı.Bilindiği gibi geçen hafta da ülkemizde uygulanmaya başlayan yasakla artık kapalı alanlarda,sokak hariç açık alanların özel bölümleri dışında sigara içilmesi yasak.
Ülkemizde daha dar kapsamlı uygulanan bu yasa 2009 yılında daha da genişletilerek barlarda dahi sigara yasağı uygulamasını sağlayacak.Bu yasaktan en çok etkilenecek yerlerde barlar olduğundan sorun burda başlıyor.Kuşkusuz çoğu işyerlerinin kapanmaması olası değil.İngiltere'de neredeyse günde 4 pub kapatılıyormuş.Almanyada da 5 ay önce uygulanmaya başlanan yasak, bar işletmecilerine yeni fikirler ortaya çıkarmasını sağlıyor.
Almanya'da ki Maltermeister Turm adlı işletmenin sahibi Michael Windisch müşterilerini mennun etmek için dışarı çıkmadan sigara içmelerini sağlayacak yeni bir yöntem bulmuş.Sigara içme delikleriyle müşteriler kafa ve ellerini dışarı çıkararak,ortamın rahatlığını terketmeden sigara keyfini çıkarabiliyorlar.İlk baktığınızda komik gibi gözüksede,hem müşteri memnun hemde bar sahibi yasağa uyuyor,ceza yemiyor hemde diğer insanlar pasif içicilikten kurtuluyor.Almanyada yasaklara karşı gelmeden müşterilerini de elinde tutmak isteyen işletmeci yaratıcılığını kullanıp duvara açtığı deliklerle sigara içme bölümleri oluşturuyor.Seneye ülkemizde yasa daha geniş kapsamlı hale getirildiğinde bizde de buna benzer yaratıcı fikirlerin ortaya çıkacağına inanıyorum,en azından barların etrafında sigara içmek için elini,kafasını çıkaran insanlar görünce hiç şaşırmayın!

BARDAKTA MACHARNA

Son zamanlarda kendi işinin patronu olmak isteyenler için bir cazip teklifte franchising sistemi sunuyor. Özellikle şu son günlerde havalarında ısınmasıyla birlikte yazın iş kurmak ya da var olan işini geliştirmek için birçok franchising seçenekleri sunuluyor. Soft dondurmalardan,markalaşmış kumpire,hot doglardan buzlaş bayiliğine kadar bir sürü altarnatif iş.Özellikle yazlık yerleşim bölgelerinde ya da şehir merkezlerinde rağbet görebilecek bir sürü modern seyyar satıcılar işlerinin başında olucak gibi gözüküyor.
Sokak mısırcıları,kestanecileri,simitçileri şimdi yeni bir konseptle bizlere sunuluyor.Ürünlerinin farklılaştırılmasıyla birlikte modern seyyar satıcıların daha temiz daha hijyenik olması insanın içini rahatlatıyor.Tabii ki bide teknolojik makinalar kullanılarak yapılan ürünler eğitimli personeller tarafından hizmete sunuluyor.
Hatta son olarak bardakta satış konseptine bir yenisi daha eklendi.Bardakta makarna.Eminim kimileri önyargıyla yaklaşıp bardakta makarna mı olur diye düşüneceklerdir.Ya da tam tersi benim gibi çok güzel ve ilginç bir fikir olarak göreceklerdir. Önümüzdeki günlerde görücez bakalım bu fikir tutar mı tutmaz mı? Ama girişimcisi bu fikirden yıl sonuna kadar 72 Milyon YTLlik makarna satmayı hedefliyor. Macharna" markası ile 10 Mart'ta 15 araçla İstanbul'un önemli bölgeleri ve bazı alışveriş merkezlerinde hizmete başlamışlar bile. Bu noktaların dışındaki yerlere de franchising vereceklermiş. Francihise bedeli ise 20 bin ytl,isim hakkını,her türlü ekipmanı olan aracı ve gprs li el terminalini kapsıyor.Gprs li el terminali ve barkod sistemiyle hangi makarnadan ne kadar satıldığını ve hangi soslara daha çok rağbet olduğunu tespit edebiliyorsunuz.
Özel olarak üretilen macharnalar bildiğimiz makarnalardan tat olarak ve malzemesi olarak ta farklı. Yarı haşlanmış olan makarnalar 5 farklı soslarıyla birlikte özel ocakları ile 2 dakikada pişiriliyor. Zaten normal makarnaları bu sürede pişiremezsiniz.Dünyada bir ilk olarak özel pişirme tekniğiyle hazırlanan macharnalar,çok yakında makarna diyarı Milano’ya gitmeye hazırlanıyor. Her öğünlerinde vazgeçemedikleri makarnayı yiyen İtalyanlar sokaklarda ki bardakta macharnayı görünce çok şaşıracaklar.
Yeni ortaya çıkan bu fikir kısa zamanda Türkiye’nin en işlek caddelerinde yerini alacak gibi gözüküyor. Şimdiden yurtdışı planları yapıldığına göre baya kapsamlı bir proje.Bunun yanı sıra çok fazla tercih edilen fast-food tarzı restaurantlara karşı sokaktaki modern seyyar satıcıların sayısı da artacak.Hem yol üzerinde bulunacağına,kolayca ulaşabilir ve artık temiz,hijyenik olacağına göre modern seyyar satıcılar daha çok tercih edileceğe benziyor. Yatırımcılar açısından da tercih edilen bu sektör farklı ürünlerleri kullanarak geliştirilebilir.Hem sermayesi düşük hem de kuruluşu kolay olduğundan karı da yüksek olan modern seyyar satıcılığı girişimcilerin yeni gözdesi.

20 Mayıs 2008 Salı

Light Pazar

İki-üç yıl once çok izlenen bir sitcom vardı hatırlar mısınız? Light erkek kavramını hayatımıza sokmuştu. Tamer Karadağlı'nın light ürünlere, yabancı yemek kültürlerine karşı takındığı tutum çok sevilmiş; erkekler malum espriye maruz kalmamak için light ürünlerin yanına bile yaklaşamaz olmuştu.

Dizi bitti, unutuldu ama light ürünlerin hayatımızdaki yeri hızla artmaya devam ediyor. Kola firmaları light ürünlerini yenileyip reklamlarda aslan payını bu ürünlere veriyor, hazır gıda ürünlerindeki light ürün çeşidi sürekli artıyor, yaygın fast food markaları düşük kalorili light ürünlerini çeşitlendirip kalori hesapları yaptırıyor. Peki insanların sürekli light ürünlere özendirildiği piyasada bir kebapçı satışlarını arttırmak için ne yapabilir? Şişli'de bir kebapçının bastırdığı broşürler gerçekten çok ilginç bir örnek. Satışlarını arttırdı mı bilmiyorum ama insanlarımızın komplo teorilerini ne kadar çok sevdiğini bir kez daha ispatlandığı çok açık.İşte broşürlerdeki yazı:

''Diyet, perhiz, rejim gibi faaliyetler hedefte Türk delikanlılarının ve genelde de Türk milletinin devamını engellemek için dış mihraklar tarafından gündeme getirilmiş şuurlu bir düzmecedir. Gaye, eskiden bir koyunu, bir oturuşta götüren dev gibi babayiğit atalarımızı ve tarlada doğum yaptıktan sonra bebeğini kundaklayıp, elde orak tarlada çalışmaya devam eden Türk kadınlarını; kalori hesaplayan, hapşırınca yatağa giren, fitness ve aerobik yapan çıtkırıldım tiplere dönüştürmek ve büyük Türk ırkını Çinliler, Japonlar gibi sıska, zayıf ve sağlıksız bir ırk haline getirmektir.

İcabı halinde 240 kiloluk top mermisini tek başına namluya süren bir babayiğidin, kalori hesaplayan, yoğurtlu kebabı reddeden bir züppe haline
getirilmesinden daha büyük bir soykırım olabilir mi?

İç yağının, kuyruk yağlarının, anamızın Vita yağının kolestrol yaptığı palavradır. Kolestrol, kebapları yedikten sonra iki şişe soda içerek ayarlanabilecek bir gaz durumudur.
Sakın bu oyuna düşmeyin.

Feminizm, kadın hakları, çevre şuuru ve eşitlik adı altında Türk kızlarının akılları çelinerek, yemek yapmayı bilmeyen, bizim istikbalimiz olan yavrularını, abuk subuk yiyeceklerle yetiştirecek, damak zevki gelişmemiş, sunta kılıklı diyet bisküvilerini yiyecek sanan bir hale getirmişlerdir.

Ayrıca kör olası dış mihraklar, bu kızlarımıza kebap, soğan, çiğ köfte vb.lezzetleri yiyen, bardak bardak şalgam suyu içen yiğitlerimize hanzo-kıro gibi sıfatlar takmayı öğretmişlerdir.

Ayrıca son yıllarda moda gibi gösterilmeye çalışılan Çin mutfağı diye birşey yoktur. Bu sözde mutfak, acaip zerzevat ile acaip mahlukatın, wog adı verilen bir tencerede yarı pişmiş yarı çiğ olarak hazırlanıp insanlara eziyet olsun diye sopalarla yenmesinden ibaret bir hokkabazlıktır. Sakın kanmayın, sakın yemeyin. Helal değildir!

Unutmayın su uyur, düşman uyumaz!''

18 Mayıs 2008 Pazar

Pazarlama Sarhoşu


''this superb vodka was distillled from grain grown in the rich fields of southern sweden.it has been produced at the famous old distilleries near ahus in accordande with more than 400 years of swedish tradition.vodka has been sold under the name absolut since 1879"

Bu cümle sizde de bişeyler uyandırdı sanırım. Evet dünyanın her yerinde popülerliğe ulaşmış İsveç votkası kendisi. Harika tadı, çeşitliliği ve herbirisi bir pazarlama dersi olan dahiyane pazarlama stratejileriyle bu kadar ünlüdür.


Absolut aslında kısa bi süre öncesine kadar İsveç'in "Tekel" ürünüydü. 1879'da Lars Olsen Smith isimli zat-ı muhterem tarafından İsveç'in Ahus isimli küçük bir kasabasında üretilmeye başlandı. Smith denenmemiş bir danıtım yöntemiyle votkanın bu saf tadına ulaşmayı başarmış. Bu taktire şayan lezzet yıllar yılı
büyümelerinde büyük rol oynamış. Uyguladıkları pazarlama stratejileri ise çoğu zaman tadının ve kalitesinin önüne geçmiş belki de.

Absolut aslında sadece şişesiyle bile dikkat çekmeyi başarabilen bir içkidir. İçen insana belli bir kalite standartının üstüne olduğunu hissettiren bir ruhu vardır. İçkiyle arası iyi olmayan tüketici sınıfına bile "Aa ne kadar güzel şişe, mükemmel bi tadı olmalı" dedirterek ürününü pazarlamayı başarır.

Absolut'u farklılaştıran güçlü yanlarından bi tanesi ürün yelpazesindeki çeşitlilik elbette. Şeftaliliden vanilyalıya, orman meyvelisinden biberlisine çok geniş bir aroma yelpazesi var. Genellikle her ürünü için değişik pazarlama stratejilerine başvuruyor.



Diğer bir pazarlama stratejileri ise; "Absolut İstanbul", "Absolut Newyork" şeklinde devam eden reklamları. Burda aslında herhangi bir lokalleşme çalışması yok. Votka heryerde aynı votka. Fakat kullandıkları afişleri öyle vurucu ki, insana "Absolut, doğma büyüme İstanbullu'ymuş aslında" dedirtiyor. Meksika'da yürüttükleri kampanyanın afişlerinde ise Amerika Birleşik Devletleri'nin güney eyaletleri Meksika sınırları içerisinde gösteriliyor. Bunun için de bir reklam sloganları var: "in an absolut world".

Firma, afişlerini ve şişelerini dünyanın en ünlü tasarımcılarına çizdiriyor. Hatta bu dizaynlarını "t-shirtlestiriyor", "çantalaştırıyor". Ürünlerini bir çeşit hayat tarzı şeklinde gösteriyorlar. Bu hayat tarzı sabit bir taslak halinde değil, herkesin kendini gördüğü, kendine yakıştırdığı şekilde sunuluyor insanlara.

Türkiye pazarlarına bakacak olursak ise firmanın kısa zamanda çok büyük bir ivme kazandığı ortada. 90'lı yıllarda Türkiye pazarına girmelerine rağmen, az zamanda büyük işler yaptılar. Sadece 2006 yılında Türkiye'de yüzde 90 büyüdüklerini söylemek bile bu büyümeyi gösteriyor. sanırım. Türkiye'deki yeni pazarlama stratejileri ise parti ve organizasyon odaklı. Geçenlerde bornovada büyük bir parti gerçekleştirerek yeni ürünlerini tanıttılar.

Kısacası, Absolut kesinlikle bir pazarlama başarısı ve güzel bir hikayesi var. Geçtiğimiz günlerde Fransız Pernod Richard tarafından 5.6 milyar dolar karşışığında satın alınması bu başarının rakama dökülmüş hali. İnsan bu işe bakınca "elin gavuru yapmış" diyor. Bu arada bizim bi Tekel vardı ya, ne oldu ona?





Algının Yarattığı Dünya: Markalama

Karşımıza çıkan şeyleri oldukları gibi değil, kendi algı filtremizden geçirerek görürüz. Kafamızda oluşturduğumuz tasarılarla dünyaya bakarız ve bunlarla uyuşanlar bizim tercihlerimiz olur. Alain de Botton “Aşk Üzerine” kitabında şöyle soruyor: Güzellik mi aşkı doğurur, yoksa aşk mı güzelliği? Bu bilindik bir ikilemdir ancak yaşamda birçok alana uygulanabilir. Her şeyin, hem kendiliğinden sahip olduğu, hem de gözlemci tarafından ona verilen özellikleri vardır. Aşk, Alain de Botton’a sevgilisinin ön dişleri arasındaki boşluğu göstermez. Bir başkasına göre bu, hoş olmayan bir görüntüyken, ona göre bu boşluk sevgilisine güzellik katmaktadır. Burada algıyı değiştiren aşktır ve aşkı doğuran da kişinin kendi algısıdır. Bu hissin doğmasının sebebi kişinin gördüğünün, kafasındaki resme uymasıdır. Bizim branşımızda ise algıyı değiştiren pazarlamadır.

Tercih ettiğimiz, sevdiğimiz şeyleri olduğundan daha iyi, daha güzel görürüz ve bunlardan bu şekilde bahsederiz. Müller – Lyer yanılsamasında ucu dışa açık ve içe dönük iki çizgiye yan yana baktığımızda ucu açık olanı diğerinden daha uzun görürüz. Aslında ikisinin de uzunluğu aynıdır. Bu kuram beynimizin iki çizginin görece derinliği arasında karşılaştırma yaparak hataya düştüğünü ve günlük hayatımızdan, dışa açılan köşelerin uzak, içe bükülen köşelerinse yakında olmalarına alışkın olduğumuzu öne sürüyor. Aslında biz de hoşumuza giden şeyleri bu şekilde görürüz.




Wittgenstein’ın ördek-tavşan örneği ile de “istediğimizi gördüğümüzü” açıklayabiliriz. Eğer gözlemci bir tavşan görmek istiyorsa, aradığını bulur. Ördek görmek istiyorsa, ördek görecektir.


Bir marka da tüketiciler tarafından bu şekilde algılanır. Bir markanın, yaratıcısı tarafından ona verilen bir kimliği ve tüketici tarafından algılanan imajı vardır. Bizim için önemli olan markanın dışarıdan nasıl algılandığıdır. Markanın somut bileşenleri (logo, tasarım, isim, şekil, renk vb.) ve marka kimliğiyle bu algıya müdahale edilerek kafalarda belli bir yer etmeye çalışılır.

Herkesin algısı farklı olduğundan biz kendimizi belli bir noktada konumlayarak, eğer markamız tavşansa, tavşan olarak algılayanları, eğer ördekse, ördek olarak algılayanları kendimize bağlamalıyız. Aynı anda hem tavşan hem ördek olamayız ve bu tüketicinin kafasını karıştırmaktan başka bir işe yaramaz.

İmajımızı değiştirecek, onu destekleyecek olan marka ismimiz, logomuz ve tasarımlarımız markamızla tüketicimizin ilk göz göze geldiği noktadır. Burada, ya bir aşk (dozu kişiden kişiye değişebilir) başlar ya da genel bir eleştiri olur. Örneğin Londra 2012 Olimpiyat logosunun insanlar üzerinde yarattığı algı farklılıklarına bakalım ve algının nasıl değişebildiğini görelim.

Londra 2012 logosu kimileri için gamalı haç, kimileri için bir dinozor, kimileri içinse saçmalık. Bu logo belki genel anlamda kötü olarak nitelenebilir. Ancak beğenenler de mutlaka vardır.

Marka kimliği, markanın yüzü olan logo, marka ismi, hatta pazarlanan şey bir ürün ise ambalaj, şişe ve bardak tasarımı tüketicisini kendisine aşık edecek güce sahip olabilmelidir. Tüketicimiz markamızın bardağını eline aldığında, ona dokunduğunda bir şeyler hissedebilmelidir. Bu bardak tüketicimizi markanın özüne ulaştırabilmelidir. Güçlü bir marka, ruhunu tüketiciye hissettirebilmeli ve onu kendisine bağlayabilmelidir. Sadece faydacıl ihtiyaçları değil, özellikle hedonik ihtiyaçları da karşılayabilmelidir. İşte aşk burada başlar.

Bizim için bu noktada önemli olan tüketicimizin bizi nasıl algıladığıdır ve bu algının yarattığımız kimlikle ne kadar uyuştuğudur. Önce ne olmak istediğinize karar verin. Ördek misiniz, tavşan mı? Seçiminizi yapın ve oklarınızın ucunu dışa döndürün. Tasarımınız sizi siz yapacaktır. Unutmayın, tüketicinin ilk bakacağı yer markanızın ruhunu yansıtan dış görünüşü olacaktır. Marka tasarımınızı yapın, farklılaşın ve kafalardaki yerinizi sağlamlaştırın.


Burada yazmak büyük keyifti. Sevgiyle kalın… Hoşça kalın…
CAN ZEREN


16 Mayıs 2008 Cuma

Sipariş Ulaşınca Çağrı Atın Lütfen..


Yer: İzmir Ekonomi Üniversitesi Öğrenci Yurdu, hemen hemen hergün yaşanan trajedi; Yemek.
Akşam olur, tüm gün koşuşturan öğrenciler acıkır. Kimse dışarı çıkmak istemez, sevimsiz bir hava oluşur. Herkes bir yandaş arar ve birbirine " Abi yemek yedin mi?" şeklinde sorular yöneltir. Yeterli sayıya ulaşılıp, karar verildiğinde bilgisayar başına geçilir ve işte adres: www.yemeksepeti.com!

Bu orjinal fikri hayata geçiren ve popüler hale getirenlere burdan teşekkürlerimi sunuyorum. "Müşteri sana gelmiyorsa, sen ona git" şeklinde bir hareketle 8 farklı şehir (Ankara, Antalya, Bursa, Eskişehir, Gaziantep, İstanbul, İzmir, Kocaeli) ve K.K.T.C'de yüzlerce restoranı ayağınıza kadar getiriyorlar. Üstelik ücretsiz! Bulunduğunuz şehir ve semte göre siparişinizi on-line olarak veriyorsunuz ve kapınızda ödeme yapıyorsunuz. Bu sayede kredi kartını internette kullanmayı riskli bulan tüketiciler de çekinmeden yararlanabiliyorlar.
İnternetin hemen her evde mevcut olduğu şu dönemde, bu kanalın etkin bir şekilde nasıl kullanılacağının kusursuz bir örneği. Kimse sipariş vermek için telefon numaralarını hatırlamak zorunda değil, ayrıca interneti ve siteyi kullanmanın herhangi bir marjinal maliyeti olmadığı için; bu, hemen her dönem kontör sıkıntısı çeken öğrenciler için bulunmaz bir nimet.
Müşteri gözünden çeşitlilik, kolay ulaşılabilirlik güvenilirlik, rahatlık ve yüksek müşteri memnuniyeti sağlayan bu site ayrıca üye işletmelerinde "network"lerini genişletmelerine olanak sağlıyor. Ayrıca siteye girenlerin, bir de şurayı deneyelim şeklinde hareketleri de üye işletmelerin farkedilebilirliklerini ister istemez arttırıyor.
Ayrıca sadece yemeksepeti'nde yapılan özel promosyonlar, sipariş belli bir limite ulaştığında gönderilen hediye DVD olayı da gayet hoş.
Üye işletmeleri, müşterilere bir adım daha yaklaştıran bu paket servis portalının bende etkisi biraz farklı. Yemeksepeti bende hep, "Siparişi kim almaya gidecek?(okul kapısının önü)" sorusunun cevabı olan yazı-tura'da kaybetme stresi olarak kalacak..

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Holiganlıktan Efendiliğe : Futbol Perspektifinden Ülke İmajlarına Bakış

Walk on, walk on with hope in your heart
And you'll never walk alone,
You'll never walk alone !


Liverpool ile Barcelona arasında oynanan bir Şampiyonlar ligi mücadelesi sonrası elenen Barcelona taraftarları atkılarını kaldırarak Liverpool’un bu etkileyici şarkısına eşlik etmişlerdi. Taraftar topluluğuyla ve geçmişiyle Liverpool, futbol dünyasında gerçek bir markadır. Peki bu etkiyi nasıl yarattılar ? Bir zamanlar İngiliz Futbolu dendiğinde aklımıza holiganlar gelirken, şimdi dünyanın en iyi ligi olarak tanımlıyoruz. Çünkü imajlarını değiştirmeyi ve geçmişi unutturmayı başardılar.

29 Mayıs 1985 günü Brüksel’de Heysel Stadyumu’nda oynanan Juventus ile Liverpool arasındaki Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası Final maçının başlamasından önce Liverpool taraftarlarının İtalyanlara saldırması, çıkan panik sonucu bir duvarın çökmesi ve taraftarların tel örgülere sıkışması sebebiyle 38 İtalyan taraftar ve 1 Belçikalı ölmüştü. Şu an dünyanın en büyük organizasyonlarından biri sayılan Şampiyonlar Liginde, o günkü adıyla Şampiyon Kulüpler Kupası’nda, üstelik final maçında olay çıkartarak toplam 39 kişinin ölümüne sebep olacak kadar fanatik olan bu taraftarlar, şimdilerde bir aşk parçası kıvamındaki “Asla Yalnız Yürümeyeceksin !” tezahüratlarıyla gönülleri fethetmekte. O günden sonra, Liverpool’a 8, İngiltere’ye ve İngiliz takımlarına da 5 yıl uluslararası karşılaşmalardan men cezası verilmişti.
Bu ağır cezalardan sonra İngilizler yeniden yapılanmaya gitmiş ve 1992 yılında ligin ismi Premier League olarak değiştirilmiştir. Bu aslında ciddi bir markalama çalışmasıdır. İngiliz 1. Futbol Ligi demek yerine “Premier League” denildiğinde insanlar İngiliz sözünü duymaya gerek kalmadan İngiltere liginden bahsedildiğini anlıyor. Aynı şekilde İspanyollar “La Liga”, Almanlar “Bundesliga” isimleriyle akılda kalmayı başarmış durumdalar. Bu isimler özel isim olmamalarına rağmen akılda kalmayı başarmıştır ki La Liga Lig, Bundesliga ise Federal Lig anlamına gelmektedir. Genel isimlerdir ancak özel isim gibi algılanmaktadır. Yine, İngiltere 1993 yılından itibaren lig sponsorluğuna önem vermiştir ve 1993 – 2001 yılları arasında Carling, 2001’den günümüze kadar da Barclays’in sponsorluğunda yoluna devam etmektedir. İngiliz Futbol’undaki bu atılımların ardından lig yabancı oyuncuların ilgi odağı olmuş, lig de İngiliz oyuncu sayısı azalmış ve 2004-2005 yılında ligin %45’ini yabancılar oluşturmuştur.

Tüm bunların sonucu olarak güzel futbol, üst düzey yayın kalitesiyle harmanlanarak, yayın hakları dünya çapında bir çok ülke televizyonuna satılmış ve buradan büyük gelirler elde edilmiştir. Şu an Liverpool dünya çapında en çok taraftarı olan kulüplerden biridir. Peki hala 39 kişiyi öldüren taraftar topluluğuna sahip kulüp olarak anılsaydı bu kadar ilgiye sahip olurlar mıydı ? Tabii ki de hayır. 2003-2004 yılında Barcelona – Real Madrid maçında, Barcelona’dan Real Madrid’e transfer olan Figo’yu protesto eden İspanyol taraftarlar sahaya bir adet J&B Viski şişesi ve bir domuz kafası atmışlardı (Domuz kafası İspanyol kültüründe ölüm tehdidi anlamına gelmektedir).

Bizim taraftarımız sahaya ne atıyor diye bakacak olursak, bolca su şişesi, A1018 cep telefonu, kösele ayakkabı, yarısı içilmiş ayran şişesi, ev anahtarı, bozuk para, işler kızışmışsa meşale ve çakıları yabancı maddelerden sayabiliriz. Biz bunları atıyoruz, bir de İsviçrelilere sopa çekiyoruz ve “Barbar Türkler” olarak anılıyoruz. Kimin barbar olduğunu örneklerle görüyoruz. Ancak yine bu sıfatla anılanlar biziz.


Bunun için bize ne lazım ? Eğitim değil... Bize pazarlama ve iletişim gerek !

CAN ZEREN