25 Mayıs 2008 Pazar

SİGARA YASAĞI



Dünyanın,sigarayla tanıştığı ilk yıllarda,sigara şirketleri satışlarını daha da arttırmak ve milyonlarca tiryakiyi müşterileri yapmak için uyduruk araştırmalarla sigaranın gribe iyi geldiğini,nefes açtığını,öksürüğe iyi geldiğini kanıtladı.Hatta insanları inandırmak amacıyla doktorları reklamlarda oynattılar ve billboardları sinirliysen yak bi sigara,rahatlatır seni sloganlarıyla donattılar.Daha sonra yapılan gerçek araştırmalarla geçte olsa sigaranın gerçek yüzüyle karşılaştı insanlar böylece sigaraya olan ilgiyi arttırmak için yapılan reklamlar yerini tüketiminin azaltılması amacıyla paketlerin üzerindeki uyarılara bıraktı.Önce sigara paketleri değişti ve paketlerin üzerine sigaranın bin bir zararını çarpıcı şekilde gösteren uyarılar yazıldı. Kuşkusuz en çarpıcısı sigara içmek öldürür olandı.İlk o yazıyı gördüğümde insan bunu bile bile nasıl sigara içer diye düşündüm. Tabii tiryakiler bu durumda her ne kadar sigarayı bırakmak isteseler de,bırakmak için her yöntemi deneseler de kanserin bir numaralı tetikleyicisi olduğunu bile bile sigara içmeye devam ediyorlar. Sigara şirketleri tüketimi bu kadar arttırdıktan sonra şimdi de sigaranın zararlarını gösteren bu tarz uyarılarda bulunuyorlar.

Bu arada tüketimin azalması için hükümetlerde boş durmuyor.Özellikle sadece içene değil çevrede bulunanlara da zarar verdiği için tüm dünyada tüketiminin azaltılması yönünde yasal önlemler alınmaya başlandı.Dünyada bu yasağı uygulayan 62 ülke var.1990 yılında Amerika’nın California eyaletinde başlayan sigara yasağı daha sonra 2004 yılında Avrupa’da uygulanmaya başlandı.Bilindiği gibi geçen hafta da ülkemizde uygulanmaya başlayan yasakla artık kapalı alanlarda,sokak hariç açık alanların özel bölümleri dışında sigara içilmesi yasak.
Ülkemizde daha dar kapsamlı uygulanan bu yasa 2009 yılında daha da genişletilerek barlarda dahi sigara yasağı uygulamasını sağlayacak.Bu yasaktan en çok etkilenecek yerlerde barlar olduğundan sorun burda başlıyor.Kuşkusuz çoğu işyerlerinin kapanmaması olası değil.İngiltere'de neredeyse günde 4 pub kapatılıyormuş.Almanyada da 5 ay önce uygulanmaya başlanan yasak, bar işletmecilerine yeni fikirler ortaya çıkarmasını sağlıyor.
Almanya'da ki Maltermeister Turm adlı işletmenin sahibi Michael Windisch müşterilerini mennun etmek için dışarı çıkmadan sigara içmelerini sağlayacak yeni bir yöntem bulmuş.Sigara içme delikleriyle müşteriler kafa ve ellerini dışarı çıkararak,ortamın rahatlığını terketmeden sigara keyfini çıkarabiliyorlar.İlk baktığınızda komik gibi gözüksede,hem müşteri memnun hemde bar sahibi yasağa uyuyor,ceza yemiyor hemde diğer insanlar pasif içicilikten kurtuluyor.Almanyada yasaklara karşı gelmeden müşterilerini de elinde tutmak isteyen işletmeci yaratıcılığını kullanıp duvara açtığı deliklerle sigara içme bölümleri oluşturuyor.Seneye ülkemizde yasa daha geniş kapsamlı hale getirildiğinde bizde de buna benzer yaratıcı fikirlerin ortaya çıkacağına inanıyorum,en azından barların etrafında sigara içmek için elini,kafasını çıkaran insanlar görünce hiç şaşırmayın!

BARDAKTA MACHARNA

Son zamanlarda kendi işinin patronu olmak isteyenler için bir cazip teklifte franchising sistemi sunuyor. Özellikle şu son günlerde havalarında ısınmasıyla birlikte yazın iş kurmak ya da var olan işini geliştirmek için birçok franchising seçenekleri sunuluyor. Soft dondurmalardan,markalaşmış kumpire,hot doglardan buzlaş bayiliğine kadar bir sürü altarnatif iş.Özellikle yazlık yerleşim bölgelerinde ya da şehir merkezlerinde rağbet görebilecek bir sürü modern seyyar satıcılar işlerinin başında olucak gibi gözüküyor.
Sokak mısırcıları,kestanecileri,simitçileri şimdi yeni bir konseptle bizlere sunuluyor.Ürünlerinin farklılaştırılmasıyla birlikte modern seyyar satıcıların daha temiz daha hijyenik olması insanın içini rahatlatıyor.Tabii ki bide teknolojik makinalar kullanılarak yapılan ürünler eğitimli personeller tarafından hizmete sunuluyor.
Hatta son olarak bardakta satış konseptine bir yenisi daha eklendi.Bardakta makarna.Eminim kimileri önyargıyla yaklaşıp bardakta makarna mı olur diye düşüneceklerdir.Ya da tam tersi benim gibi çok güzel ve ilginç bir fikir olarak göreceklerdir. Önümüzdeki günlerde görücez bakalım bu fikir tutar mı tutmaz mı? Ama girişimcisi bu fikirden yıl sonuna kadar 72 Milyon YTLlik makarna satmayı hedefliyor. Macharna" markası ile 10 Mart'ta 15 araçla İstanbul'un önemli bölgeleri ve bazı alışveriş merkezlerinde hizmete başlamışlar bile. Bu noktaların dışındaki yerlere de franchising vereceklermiş. Francihise bedeli ise 20 bin ytl,isim hakkını,her türlü ekipmanı olan aracı ve gprs li el terminalini kapsıyor.Gprs li el terminali ve barkod sistemiyle hangi makarnadan ne kadar satıldığını ve hangi soslara daha çok rağbet olduğunu tespit edebiliyorsunuz.
Özel olarak üretilen macharnalar bildiğimiz makarnalardan tat olarak ve malzemesi olarak ta farklı. Yarı haşlanmış olan makarnalar 5 farklı soslarıyla birlikte özel ocakları ile 2 dakikada pişiriliyor. Zaten normal makarnaları bu sürede pişiremezsiniz.Dünyada bir ilk olarak özel pişirme tekniğiyle hazırlanan macharnalar,çok yakında makarna diyarı Milano’ya gitmeye hazırlanıyor. Her öğünlerinde vazgeçemedikleri makarnayı yiyen İtalyanlar sokaklarda ki bardakta macharnayı görünce çok şaşıracaklar.
Yeni ortaya çıkan bu fikir kısa zamanda Türkiye’nin en işlek caddelerinde yerini alacak gibi gözüküyor. Şimdiden yurtdışı planları yapıldığına göre baya kapsamlı bir proje.Bunun yanı sıra çok fazla tercih edilen fast-food tarzı restaurantlara karşı sokaktaki modern seyyar satıcıların sayısı da artacak.Hem yol üzerinde bulunacağına,kolayca ulaşabilir ve artık temiz,hijyenik olacağına göre modern seyyar satıcılar daha çok tercih edileceğe benziyor. Yatırımcılar açısından da tercih edilen bu sektör farklı ürünlerleri kullanarak geliştirilebilir.Hem sermayesi düşük hem de kuruluşu kolay olduğundan karı da yüksek olan modern seyyar satıcılığı girişimcilerin yeni gözdesi.

20 Mayıs 2008 Salı

Light Pazar

İki-üç yıl once çok izlenen bir sitcom vardı hatırlar mısınız? Light erkek kavramını hayatımıza sokmuştu. Tamer Karadağlı'nın light ürünlere, yabancı yemek kültürlerine karşı takındığı tutum çok sevilmiş; erkekler malum espriye maruz kalmamak için light ürünlerin yanına bile yaklaşamaz olmuştu.

Dizi bitti, unutuldu ama light ürünlerin hayatımızdaki yeri hızla artmaya devam ediyor. Kola firmaları light ürünlerini yenileyip reklamlarda aslan payını bu ürünlere veriyor, hazır gıda ürünlerindeki light ürün çeşidi sürekli artıyor, yaygın fast food markaları düşük kalorili light ürünlerini çeşitlendirip kalori hesapları yaptırıyor. Peki insanların sürekli light ürünlere özendirildiği piyasada bir kebapçı satışlarını arttırmak için ne yapabilir? Şişli'de bir kebapçının bastırdığı broşürler gerçekten çok ilginç bir örnek. Satışlarını arttırdı mı bilmiyorum ama insanlarımızın komplo teorilerini ne kadar çok sevdiğini bir kez daha ispatlandığı çok açık.İşte broşürlerdeki yazı:

''Diyet, perhiz, rejim gibi faaliyetler hedefte Türk delikanlılarının ve genelde de Türk milletinin devamını engellemek için dış mihraklar tarafından gündeme getirilmiş şuurlu bir düzmecedir. Gaye, eskiden bir koyunu, bir oturuşta götüren dev gibi babayiğit atalarımızı ve tarlada doğum yaptıktan sonra bebeğini kundaklayıp, elde orak tarlada çalışmaya devam eden Türk kadınlarını; kalori hesaplayan, hapşırınca yatağa giren, fitness ve aerobik yapan çıtkırıldım tiplere dönüştürmek ve büyük Türk ırkını Çinliler, Japonlar gibi sıska, zayıf ve sağlıksız bir ırk haline getirmektir.

İcabı halinde 240 kiloluk top mermisini tek başına namluya süren bir babayiğidin, kalori hesaplayan, yoğurtlu kebabı reddeden bir züppe haline
getirilmesinden daha büyük bir soykırım olabilir mi?

İç yağının, kuyruk yağlarının, anamızın Vita yağının kolestrol yaptığı palavradır. Kolestrol, kebapları yedikten sonra iki şişe soda içerek ayarlanabilecek bir gaz durumudur.
Sakın bu oyuna düşmeyin.

Feminizm, kadın hakları, çevre şuuru ve eşitlik adı altında Türk kızlarının akılları çelinerek, yemek yapmayı bilmeyen, bizim istikbalimiz olan yavrularını, abuk subuk yiyeceklerle yetiştirecek, damak zevki gelişmemiş, sunta kılıklı diyet bisküvilerini yiyecek sanan bir hale getirmişlerdir.

Ayrıca kör olası dış mihraklar, bu kızlarımıza kebap, soğan, çiğ köfte vb.lezzetleri yiyen, bardak bardak şalgam suyu içen yiğitlerimize hanzo-kıro gibi sıfatlar takmayı öğretmişlerdir.

Ayrıca son yıllarda moda gibi gösterilmeye çalışılan Çin mutfağı diye birşey yoktur. Bu sözde mutfak, acaip zerzevat ile acaip mahlukatın, wog adı verilen bir tencerede yarı pişmiş yarı çiğ olarak hazırlanıp insanlara eziyet olsun diye sopalarla yenmesinden ibaret bir hokkabazlıktır. Sakın kanmayın, sakın yemeyin. Helal değildir!

Unutmayın su uyur, düşman uyumaz!''

18 Mayıs 2008 Pazar

Pazarlama Sarhoşu


''this superb vodka was distillled from grain grown in the rich fields of southern sweden.it has been produced at the famous old distilleries near ahus in accordande with more than 400 years of swedish tradition.vodka has been sold under the name absolut since 1879"

Bu cümle sizde de bişeyler uyandırdı sanırım. Evet dünyanın her yerinde popülerliğe ulaşmış İsveç votkası kendisi. Harika tadı, çeşitliliği ve herbirisi bir pazarlama dersi olan dahiyane pazarlama stratejileriyle bu kadar ünlüdür.


Absolut aslında kısa bi süre öncesine kadar İsveç'in "Tekel" ürünüydü. 1879'da Lars Olsen Smith isimli zat-ı muhterem tarafından İsveç'in Ahus isimli küçük bir kasabasında üretilmeye başlandı. Smith denenmemiş bir danıtım yöntemiyle votkanın bu saf tadına ulaşmayı başarmış. Bu taktire şayan lezzet yıllar yılı
büyümelerinde büyük rol oynamış. Uyguladıkları pazarlama stratejileri ise çoğu zaman tadının ve kalitesinin önüne geçmiş belki de.

Absolut aslında sadece şişesiyle bile dikkat çekmeyi başarabilen bir içkidir. İçen insana belli bir kalite standartının üstüne olduğunu hissettiren bir ruhu vardır. İçkiyle arası iyi olmayan tüketici sınıfına bile "Aa ne kadar güzel şişe, mükemmel bi tadı olmalı" dedirterek ürününü pazarlamayı başarır.

Absolut'u farklılaştıran güçlü yanlarından bi tanesi ürün yelpazesindeki çeşitlilik elbette. Şeftaliliden vanilyalıya, orman meyvelisinden biberlisine çok geniş bir aroma yelpazesi var. Genellikle her ürünü için değişik pazarlama stratejilerine başvuruyor.



Diğer bir pazarlama stratejileri ise; "Absolut İstanbul", "Absolut Newyork" şeklinde devam eden reklamları. Burda aslında herhangi bir lokalleşme çalışması yok. Votka heryerde aynı votka. Fakat kullandıkları afişleri öyle vurucu ki, insana "Absolut, doğma büyüme İstanbullu'ymuş aslında" dedirtiyor. Meksika'da yürüttükleri kampanyanın afişlerinde ise Amerika Birleşik Devletleri'nin güney eyaletleri Meksika sınırları içerisinde gösteriliyor. Bunun için de bir reklam sloganları var: "in an absolut world".

Firma, afişlerini ve şişelerini dünyanın en ünlü tasarımcılarına çizdiriyor. Hatta bu dizaynlarını "t-shirtlestiriyor", "çantalaştırıyor". Ürünlerini bir çeşit hayat tarzı şeklinde gösteriyorlar. Bu hayat tarzı sabit bir taslak halinde değil, herkesin kendini gördüğü, kendine yakıştırdığı şekilde sunuluyor insanlara.

Türkiye pazarlarına bakacak olursak ise firmanın kısa zamanda çok büyük bir ivme kazandığı ortada. 90'lı yıllarda Türkiye pazarına girmelerine rağmen, az zamanda büyük işler yaptılar. Sadece 2006 yılında Türkiye'de yüzde 90 büyüdüklerini söylemek bile bu büyümeyi gösteriyor. sanırım. Türkiye'deki yeni pazarlama stratejileri ise parti ve organizasyon odaklı. Geçenlerde bornovada büyük bir parti gerçekleştirerek yeni ürünlerini tanıttılar.

Kısacası, Absolut kesinlikle bir pazarlama başarısı ve güzel bir hikayesi var. Geçtiğimiz günlerde Fransız Pernod Richard tarafından 5.6 milyar dolar karşışığında satın alınması bu başarının rakama dökülmüş hali. İnsan bu işe bakınca "elin gavuru yapmış" diyor. Bu arada bizim bi Tekel vardı ya, ne oldu ona?





Algının Yarattığı Dünya: Markalama

Karşımıza çıkan şeyleri oldukları gibi değil, kendi algı filtremizden geçirerek görürüz. Kafamızda oluşturduğumuz tasarılarla dünyaya bakarız ve bunlarla uyuşanlar bizim tercihlerimiz olur. Alain de Botton “Aşk Üzerine” kitabında şöyle soruyor: Güzellik mi aşkı doğurur, yoksa aşk mı güzelliği? Bu bilindik bir ikilemdir ancak yaşamda birçok alana uygulanabilir. Her şeyin, hem kendiliğinden sahip olduğu, hem de gözlemci tarafından ona verilen özellikleri vardır. Aşk, Alain de Botton’a sevgilisinin ön dişleri arasındaki boşluğu göstermez. Bir başkasına göre bu, hoş olmayan bir görüntüyken, ona göre bu boşluk sevgilisine güzellik katmaktadır. Burada algıyı değiştiren aşktır ve aşkı doğuran da kişinin kendi algısıdır. Bu hissin doğmasının sebebi kişinin gördüğünün, kafasındaki resme uymasıdır. Bizim branşımızda ise algıyı değiştiren pazarlamadır.

Tercih ettiğimiz, sevdiğimiz şeyleri olduğundan daha iyi, daha güzel görürüz ve bunlardan bu şekilde bahsederiz. Müller – Lyer yanılsamasında ucu dışa açık ve içe dönük iki çizgiye yan yana baktığımızda ucu açık olanı diğerinden daha uzun görürüz. Aslında ikisinin de uzunluğu aynıdır. Bu kuram beynimizin iki çizginin görece derinliği arasında karşılaştırma yaparak hataya düştüğünü ve günlük hayatımızdan, dışa açılan köşelerin uzak, içe bükülen köşelerinse yakında olmalarına alışkın olduğumuzu öne sürüyor. Aslında biz de hoşumuza giden şeyleri bu şekilde görürüz.




Wittgenstein’ın ördek-tavşan örneği ile de “istediğimizi gördüğümüzü” açıklayabiliriz. Eğer gözlemci bir tavşan görmek istiyorsa, aradığını bulur. Ördek görmek istiyorsa, ördek görecektir.


Bir marka da tüketiciler tarafından bu şekilde algılanır. Bir markanın, yaratıcısı tarafından ona verilen bir kimliği ve tüketici tarafından algılanan imajı vardır. Bizim için önemli olan markanın dışarıdan nasıl algılandığıdır. Markanın somut bileşenleri (logo, tasarım, isim, şekil, renk vb.) ve marka kimliğiyle bu algıya müdahale edilerek kafalarda belli bir yer etmeye çalışılır.

Herkesin algısı farklı olduğundan biz kendimizi belli bir noktada konumlayarak, eğer markamız tavşansa, tavşan olarak algılayanları, eğer ördekse, ördek olarak algılayanları kendimize bağlamalıyız. Aynı anda hem tavşan hem ördek olamayız ve bu tüketicinin kafasını karıştırmaktan başka bir işe yaramaz.

İmajımızı değiştirecek, onu destekleyecek olan marka ismimiz, logomuz ve tasarımlarımız markamızla tüketicimizin ilk göz göze geldiği noktadır. Burada, ya bir aşk (dozu kişiden kişiye değişebilir) başlar ya da genel bir eleştiri olur. Örneğin Londra 2012 Olimpiyat logosunun insanlar üzerinde yarattığı algı farklılıklarına bakalım ve algının nasıl değişebildiğini görelim.

Londra 2012 logosu kimileri için gamalı haç, kimileri için bir dinozor, kimileri içinse saçmalık. Bu logo belki genel anlamda kötü olarak nitelenebilir. Ancak beğenenler de mutlaka vardır.

Marka kimliği, markanın yüzü olan logo, marka ismi, hatta pazarlanan şey bir ürün ise ambalaj, şişe ve bardak tasarımı tüketicisini kendisine aşık edecek güce sahip olabilmelidir. Tüketicimiz markamızın bardağını eline aldığında, ona dokunduğunda bir şeyler hissedebilmelidir. Bu bardak tüketicimizi markanın özüne ulaştırabilmelidir. Güçlü bir marka, ruhunu tüketiciye hissettirebilmeli ve onu kendisine bağlayabilmelidir. Sadece faydacıl ihtiyaçları değil, özellikle hedonik ihtiyaçları da karşılayabilmelidir. İşte aşk burada başlar.

Bizim için bu noktada önemli olan tüketicimizin bizi nasıl algıladığıdır ve bu algının yarattığımız kimlikle ne kadar uyuştuğudur. Önce ne olmak istediğinize karar verin. Ördek misiniz, tavşan mı? Seçiminizi yapın ve oklarınızın ucunu dışa döndürün. Tasarımınız sizi siz yapacaktır. Unutmayın, tüketicinin ilk bakacağı yer markanızın ruhunu yansıtan dış görünüşü olacaktır. Marka tasarımınızı yapın, farklılaşın ve kafalardaki yerinizi sağlamlaştırın.


Burada yazmak büyük keyifti. Sevgiyle kalın… Hoşça kalın…
CAN ZEREN


16 Mayıs 2008 Cuma

Sipariş Ulaşınca Çağrı Atın Lütfen..


Yer: İzmir Ekonomi Üniversitesi Öğrenci Yurdu, hemen hemen hergün yaşanan trajedi; Yemek.
Akşam olur, tüm gün koşuşturan öğrenciler acıkır. Kimse dışarı çıkmak istemez, sevimsiz bir hava oluşur. Herkes bir yandaş arar ve birbirine " Abi yemek yedin mi?" şeklinde sorular yöneltir. Yeterli sayıya ulaşılıp, karar verildiğinde bilgisayar başına geçilir ve işte adres: www.yemeksepeti.com!

Bu orjinal fikri hayata geçiren ve popüler hale getirenlere burdan teşekkürlerimi sunuyorum. "Müşteri sana gelmiyorsa, sen ona git" şeklinde bir hareketle 8 farklı şehir (Ankara, Antalya, Bursa, Eskişehir, Gaziantep, İstanbul, İzmir, Kocaeli) ve K.K.T.C'de yüzlerce restoranı ayağınıza kadar getiriyorlar. Üstelik ücretsiz! Bulunduğunuz şehir ve semte göre siparişinizi on-line olarak veriyorsunuz ve kapınızda ödeme yapıyorsunuz. Bu sayede kredi kartını internette kullanmayı riskli bulan tüketiciler de çekinmeden yararlanabiliyorlar.
İnternetin hemen her evde mevcut olduğu şu dönemde, bu kanalın etkin bir şekilde nasıl kullanılacağının kusursuz bir örneği. Kimse sipariş vermek için telefon numaralarını hatırlamak zorunda değil, ayrıca interneti ve siteyi kullanmanın herhangi bir marjinal maliyeti olmadığı için; bu, hemen her dönem kontör sıkıntısı çeken öğrenciler için bulunmaz bir nimet.
Müşteri gözünden çeşitlilik, kolay ulaşılabilirlik güvenilirlik, rahatlık ve yüksek müşteri memnuniyeti sağlayan bu site ayrıca üye işletmelerinde "network"lerini genişletmelerine olanak sağlıyor. Ayrıca siteye girenlerin, bir de şurayı deneyelim şeklinde hareketleri de üye işletmelerin farkedilebilirliklerini ister istemez arttırıyor.
Ayrıca sadece yemeksepeti'nde yapılan özel promosyonlar, sipariş belli bir limite ulaştığında gönderilen hediye DVD olayı da gayet hoş.
Üye işletmeleri, müşterilere bir adım daha yaklaştıran bu paket servis portalının bende etkisi biraz farklı. Yemeksepeti bende hep, "Siparişi kim almaya gidecek?(okul kapısının önü)" sorusunun cevabı olan yazı-tura'da kaybetme stresi olarak kalacak..

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Holiganlıktan Efendiliğe : Futbol Perspektifinden Ülke İmajlarına Bakış

Walk on, walk on with hope in your heart
And you'll never walk alone,
You'll never walk alone !


Liverpool ile Barcelona arasında oynanan bir Şampiyonlar ligi mücadelesi sonrası elenen Barcelona taraftarları atkılarını kaldırarak Liverpool’un bu etkileyici şarkısına eşlik etmişlerdi. Taraftar topluluğuyla ve geçmişiyle Liverpool, futbol dünyasında gerçek bir markadır. Peki bu etkiyi nasıl yarattılar ? Bir zamanlar İngiliz Futbolu dendiğinde aklımıza holiganlar gelirken, şimdi dünyanın en iyi ligi olarak tanımlıyoruz. Çünkü imajlarını değiştirmeyi ve geçmişi unutturmayı başardılar.

29 Mayıs 1985 günü Brüksel’de Heysel Stadyumu’nda oynanan Juventus ile Liverpool arasındaki Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası Final maçının başlamasından önce Liverpool taraftarlarının İtalyanlara saldırması, çıkan panik sonucu bir duvarın çökmesi ve taraftarların tel örgülere sıkışması sebebiyle 38 İtalyan taraftar ve 1 Belçikalı ölmüştü. Şu an dünyanın en büyük organizasyonlarından biri sayılan Şampiyonlar Liginde, o günkü adıyla Şampiyon Kulüpler Kupası’nda, üstelik final maçında olay çıkartarak toplam 39 kişinin ölümüne sebep olacak kadar fanatik olan bu taraftarlar, şimdilerde bir aşk parçası kıvamındaki “Asla Yalnız Yürümeyeceksin !” tezahüratlarıyla gönülleri fethetmekte. O günden sonra, Liverpool’a 8, İngiltere’ye ve İngiliz takımlarına da 5 yıl uluslararası karşılaşmalardan men cezası verilmişti.
Bu ağır cezalardan sonra İngilizler yeniden yapılanmaya gitmiş ve 1992 yılında ligin ismi Premier League olarak değiştirilmiştir. Bu aslında ciddi bir markalama çalışmasıdır. İngiliz 1. Futbol Ligi demek yerine “Premier League” denildiğinde insanlar İngiliz sözünü duymaya gerek kalmadan İngiltere liginden bahsedildiğini anlıyor. Aynı şekilde İspanyollar “La Liga”, Almanlar “Bundesliga” isimleriyle akılda kalmayı başarmış durumdalar. Bu isimler özel isim olmamalarına rağmen akılda kalmayı başarmıştır ki La Liga Lig, Bundesliga ise Federal Lig anlamına gelmektedir. Genel isimlerdir ancak özel isim gibi algılanmaktadır. Yine, İngiltere 1993 yılından itibaren lig sponsorluğuna önem vermiştir ve 1993 – 2001 yılları arasında Carling, 2001’den günümüze kadar da Barclays’in sponsorluğunda yoluna devam etmektedir. İngiliz Futbol’undaki bu atılımların ardından lig yabancı oyuncuların ilgi odağı olmuş, lig de İngiliz oyuncu sayısı azalmış ve 2004-2005 yılında ligin %45’ini yabancılar oluşturmuştur.

Tüm bunların sonucu olarak güzel futbol, üst düzey yayın kalitesiyle harmanlanarak, yayın hakları dünya çapında bir çok ülke televizyonuna satılmış ve buradan büyük gelirler elde edilmiştir. Şu an Liverpool dünya çapında en çok taraftarı olan kulüplerden biridir. Peki hala 39 kişiyi öldüren taraftar topluluğuna sahip kulüp olarak anılsaydı bu kadar ilgiye sahip olurlar mıydı ? Tabii ki de hayır. 2003-2004 yılında Barcelona – Real Madrid maçında, Barcelona’dan Real Madrid’e transfer olan Figo’yu protesto eden İspanyol taraftarlar sahaya bir adet J&B Viski şişesi ve bir domuz kafası atmışlardı (Domuz kafası İspanyol kültüründe ölüm tehdidi anlamına gelmektedir).

Bizim taraftarımız sahaya ne atıyor diye bakacak olursak, bolca su şişesi, A1018 cep telefonu, kösele ayakkabı, yarısı içilmiş ayran şişesi, ev anahtarı, bozuk para, işler kızışmışsa meşale ve çakıları yabancı maddelerden sayabiliriz. Biz bunları atıyoruz, bir de İsviçrelilere sopa çekiyoruz ve “Barbar Türkler” olarak anılıyoruz. Kimin barbar olduğunu örneklerle görüyoruz. Ancak yine bu sıfatla anılanlar biziz.


Bunun için bize ne lazım ? Eğitim değil... Bize pazarlama ve iletişim gerek !

CAN ZEREN

11 Mayıs 2008 Pazar

NE KADAR FARKLILAŞABİLİRSİN?

Son yıllarda "farklılaştırma" stratejileri, markaların piyasada tutunma ve tüketicinin gözünde bir yer edinme yolunda tercih ettiği popüler bir yol haline geldi. Bugün en basit materyali bile akıl almaz yollardan evirip çevirerek, karşı konulmaz bir hale getirebiliyorlar.



Bu konuda benim favorim "Pınar Beyaz". Bir kere öyle tatlı, sevimli ve zeka küpü gibi veletleri o reklamlarda oynatmaları hoş bir hareket olmuş. Sloganları zaten gayet çarpıcı ve hedef kitleyi belli eder durumda; "Çocuklara kahvaltıyı sevdiren Beyaz..!". Şöyle bir bakıldığında, alt tarafı "beyaz peynir" diyor insan ama o kadar can alıcı bir noktadan vuruyorlar ki. Hatırlarım, annem de bana kahvaltıda peynir yedireceğim diye bin türlü yola başvururdu, ama şimdi o çocukların büyük bir iştah ve eğlenceyle peynire adeta saldırmaları, insanları özellikle anneleri bu konuda teşvik eder nitelikte olur diye düşünüyorum.



Bu konuda diğer bir marka ise Mc Donald's. "Mc Cafe" adıyla piyasaya sürdükleri hazır kahveleri kendi "core product"ları olan Hamburgerle özdeşleştirmeleri gerçekten etkileyici bir çalışma olmuş. Gerçi kahve yanında Fastfood, ne kadar uğraşılsa da bizim insanımızda büyük bir patlama yapmaz diye düşünüyorum.

´
Öte yandan "farklılaştırma" mevzusu sadece markalarda değil, insanlarımızda da mevcut. Hemen örneklendirecek olursak, daha çok ilgi ve reyting çekmek adına spor haberlerinin bayanlar sunucular tarafından tarafından sunulması -özellikle NTV'de Burcu Esmersoy- akıllara gelebilir.
Bir başka örnek ise, ben ve arkadaşlarımı her şampiyonlar ligi maçında çileden çıkaran "Ertem Şener"dir. Bu "özgün" kişilik, Ronaldinho'ya "Adeta, çölde bir vaha.." şeklinde övgüler yağdırmış, bununla kalmayıp Rooney ve Ronaldinho'yu karşılaştırırken de "Ronaldinho çölde bir vahaysa, Rooney de bir kutup yıldızı.." şeklinde bir yorumda bulunmuştur. Kendisi katıldığı Beyaz Show'da bu yorumların yapmasının nedenini "farklılaştırma" olarak açıklamış, farklı olup Tv piyasasında tutunmalıyım şeklinde bir açıklama yapmıştır.

Her ne kadar "farklılaştırma" güzide bir yordam olsa da, Ertem Şener bizi bu kavramdan soğuttu. Sözü bir Ilker Yasin deyişiyle bitirmek isterim; " Döndürmeyin Ertem'i, yapmayın çocuklar..".

6 Mayıs 2008 Salı

YAŞASIN MİLLİ TAKIM!



İsviçre ve Avusturya futbol dünyasının en önemli turnuvalarından biri olan Euro 2008’e ev sahipliği yapacak bu sene. Bilindiği gibi Milli Takımımız da zorlu bi süreçten sonra turnuvaya katılmaya hak kazandı. İşin taktiksel kısmını bir kenara bırakarak, pazarlama yönüne değinelim biraz.

Türk futbol seyircisi için en önemli günlerden biridir Milli Takım maçlarının olduğu günler. Hepimiz işi gücü bırakır, genci yaşlısıyla televizyon başına toplanırız. Mümkünse o gün kimseye randevu verilmez, program yapılmaz. Arkadaş grupları maçı beraber izlemek için aktiviteler ayarlar. Tabi ki bu büyük ilginin reklamcıları cezbetmemesi ihtimal dahilinde değil.

Türk Milli Takımı’nın Euro 2008 eleme maçları oynadığı süreçte bu pazarlama stratejilerine çok sık rastladık. Başta ana sponsorlar olmak üzere, markasını göstermek isteyen firmaların reklam akınına uğradık hepimiz. Markalar, "gün bu gündür" felsefiyle milliyetçilik duygularını kabartan reklamlarla karşımızdaydılar. Coca-Cola, Ülker, Alpet derken maç öncesi ve devre aralası reklam kuşağı, birbirine benzeyen milliyetçilik temalı bir sürü reklamla dolduruluyordu. Tabi haklıydı adamlar; biz Türkler için milli maçlar "ölüm kalım meselesidir, maçı kazanmamız diğer ülkelere üstünlüğümüzün semboludur". Doğal olarak bu süreçte seyirciye en damardan girelecek yer milliyetçi duygulardır.


Mesela, Turkcell'in "70 milyon yürek" temalı reklamı geniş yankı uyandırdı. Reklam formatı ve verdiği mesaj gerçekten beğenildi. Hangi futbol seyircisi Milli Takım'da oynadığını, rakip takıma gol attığını hayal etmemiştir ki. Fakat reklam da kullanılan, Cat Stevens imzalı "Lady Darbanville" şarkısının Türkçe'ye uyarlanmış hali değişik yorumları da beraberinde getirdi. Ne de olsa bu şarkı ölmüş sevgiliye bir ağıttı. Bu bağlamda müzik tercihinin yanlış olduğu yolunda yorumlar geldi. Kim bilir bu şarkı belki de o zaman için kötü günler geçiren Milli Takıma bir ironi niteliğindeydi.

Bir diğer tartışma yaratan reklam ise Alpet reklamıydı. Milli takımızda forma giyen, fakat aslen Brezilyalı olan Mehmet Aurelio(eski adıyla Marco Aurelio) milli marşımızı söylüyordu bu reklamda. Reklamı çok beğenen de oldu, fazlaca eleştiren de. Kimilerine göre milli duygular istismar edilmiş, istiklal marşımıza saygısızlık edilmişti. Öyle ya da böyle reklam fazlasıyla ses getirdi ve bana kalırsa Alpet için olumlu katkı sağladı.

Milli Takım formatının kullanıldığı reklam örneklerini artırmak mümkün. Şüphesiz Avrupa Şampiyonası maçlarının oynanacağı süreçte de, ekranlarımız ve bilboardlarımız bu tür reklamla dolmaya devam edecek. Uzun lafın kısası, reklamcıların bu yolla turnayı nasıl gözünden vuracaklarını kavramış durumda...


Yeni Genel Müdürüm Çok Alımlı Bir Bayan...

İkinci dönemin başında Riga (Letonya'nın başkenti) temelli, dünyanın dört bir yanından katılımcıları olan bir işletme yarışmasına katılmıştık. Yarışma sponsorlarını görünce dibim düşmüştü. McKinsey mi dersiniz Nokia mı, Allah ne verdiyse hepsi oradaydı. Görünce demiştim "Ne büyük nimet yarabbi!" Tabii finallere çıktığınızda CV'niz (Curriculum Vitae; bunu da açık halini bilmeyenler, naçizane bir açıklamam olarak görsün lütfen) bu sponsorlara gidiyor ve size olası iş ya da staj fırsatları doğuyor. Velhasıl, olayın üzerinde biraz düşününce aslında bunun o kadar da büyütülecek bir şey olmadığı kanısına vardım.

Bu arada ders seçimi hengamesini dokuz dersle tamamlayıp sıkı, yoğun bir döneme diş bilerken üstten aldığım ders HRM'e (İnsan Kaynakları Yönetimi) dikkatle yoğunlaşıp Türkiye'de çok da varlığı ve dolayısıyla etkisi olmayan bir alana da hakim olmak istiyordum. Herneyse, tesadüflerin böyle güzel pazarlama yazılarına vesile olacağını kimse bilemezdi değil mi?

Sponsorlara geri dönecek olursak, bu adamlar buraya bağladıkları paraların karşılıklarını fazlasıyla alıyorlar. Düşünsenize hiçbir ilan, promosyon çalışmasıyla ulaşamayacakları bir kitleyi tek bir yarışmaya bağlanarak bir araya getirebiliyorlar. Üstelik uzun vadede bu "cevher"ler şirketlerinde yönetici olup "asset"lere "asset" katarken diğer cevherleri de çekmek için kullanılıyorlar. Geçenlerde yine, ilk yazımda belirttiğim o dergilerden birini okuyorum. "En çok çalışılmak istenenler" ana konulu bir yazıya rast geldim. Donanımlı ve gerçekten tecrübe sahibi biri için nasıl algılanacakları aşikar gerçekten. Bahsi geçen firmaların yanında büyük diyebileceğimiz firmalar da bunu kullanıyor. Daha yakın bir örnek verecek olursak özel üniversiteler kadrolarındaki hocaları, yüksek lisans, doktora vb. özelliklerini kullanarak kendi reklamlarını yapıyorlar. Daha uzun vadede kaliteli öğrenci bu üniversitelerin ismini duyuruyor tabii ki.

İnsan kaynağının kurumlar üzerine etkisine değinecek olursak, teknolojinin bu kadar ilerlediği bir çağda kurumlar ancak ve ancak insan kaynakları ile karşılaştırmalı üstünlüğü yakalar oldular. Doğru bir yönetim ile harikalar yaratılıyor ve tüm piyasa dengeleri alt üst olabiliyor.

Birkaç temenni ile son yazımı bitirmek istiyorum. Öncelikle böyle güzel bir uygulamaya bizi teşvik eden Melike Hoca'ya çok teşekkür etmek istiyorum. Ve tabii ki aklındakileri benimle paylaşan tüm arkadaşlarıma. Ben yazılarıma burakpiskin.blogspot.com adresinden devam edeceğim, kafamda yazabildiğim tüm dillerde yazmaya çalışmak var, lütfen yorumlarınızı esirgemeyin.

Teşekkürler

23 Nisan 2008 Çarşamba


“Banka Kartı” demek ne demek ?

Banka kartı, kart kullanıcısının bankasında açtırdığı vadesiz mevduat hesabındaki parasına ulaşmasını sağlayan bir üründür ve ATM’lerden vadesiz mevduat hesabındaki paralara ulaşım imkanı sağlar.Ayrıca, birçok kart kullanıcısının düşündüğünün aksine, hesaplardaki paralara ulaşmanın tek yolu ATM makinaları değildir. Bu makinalar dışında, neredeyse kredi kartı kabul eden tüm yerlerde “banka kartınızı" kullanarak alışveriş yapabilirsiniz. Ancak kredi kartından farklı olarak, bunu yapabilmeniz için hesabınızda para bulunması gerekmekte.

Son günlerde televizyonda ve otobüs duraklarında sıkça gördüğümüz "Bankalararası Kart Merkezi"nin (BKM) desteğiyle hazırlanan, Okan Bayülgen’in canlandırdığı Gandalf, Bob Marley, Einstein ve Marilyn Monroe karakterlerinden oluşan “Banka kartı demek, nakit para demek” ibareli reklamlarla banka kartı kullanma bilinci ya da alışkanlığı topluma aşılanmaya çalışılıyor. Yanınızda nakit paranız kalmadıysa ATM aramak yerine, cüzdanınızdaki banka kartıyla alışverişinizi tamamlıyorsunuz. Burada büyük bir kolaylık sağlandığı görülebilir. Ancak bu konuya bir başka açıdan da yaklaşabiliriz. Bildiğiniz gibi kredi kartınızın hesabında para bulunmasa bile alışveriş yapabiliyorsunuz ve zamanı geldiğinde ödüyorsunuz. Banka kartında ise durum farklı. Onu kullanabilmek için parayı hesabınızda baştan bulundurmanız gerekiyor. Yani kredi kartında bankaya borçlanırken, banka kartında, banka paranızı baştan alıyor. Para cüzdanınızda duracakken, bankalar sahip oluyor. Bir başka etkisi de tüketimin stresini azaltması. Şöyle ki cebinizden çıkarıp 50 YTL verirken mi daha rahat hissedersiniz, yoksa bir plastik kartı mı ? Tabiki de plastik kartı verirken daha rahat hissedersiniz. Bazen hiç paranız gitmemiş gibi de gelebilir size. Evet, bu da normal çünkü cüzdanınızda paranız yok, zaten hepsi bankada.


Burada da gördüğümüz gibi, sadece sahip olacağımız ürünler ve hizmetler değil aynı zamanda onlara ulaşmamızı sağlayan araçlar da pazarlanabiliyor. Tüketim alışkanlıkları değiştirilebiliyor ve tüketicilerin tüketirken psikolojik olarak rahat olmaları sağlanıyor.

22 Nisan 2008 Salı

MADE IN TURKEY

Ülkemizde yıllardır fason üretim yapan firmalarımız artık marka olmanın önemini kavradı ve son yıllarda markalaşma için önemli adımlar atıldı. Geçmiş yılarda daha ucuz üretim yapmanın yollarını arayan firmalar artık daha kaliteli, katma değeri yüksek mallar üreterek kendi markalarıyla dünya pazarlarında büyük pay alabilmek için büyük bir uğraş içindeler. Günümüzde gittikçe ağırlaşan rekabet koşulları ve değişen tüketim kalıpları uluslararası arenada söz sahibi olabilecek markalar yaratmayı gerçekten çok güçleştiriyor.Bu zor koşullara rağmen küresel pazardan pay alan firmalar da yok değil. Yıllarca dünyanın en büyük markaları için üretim yapan Mavi Jeans 15 yılın ardından dünyanın en iyi 16 jean markası arasına girmeyi başardı ve şimdi çıtayı daha da yükselterek premier segmentinde yer alan Diesel, Guess, Miss Sixty,DKNY, Tommy Hilfiger gibi dünyaca ünlü markalarla rekabete soyundu. Ülkemizin sahip olduğu rekabet avantajlarına rağmen mavi jeans gibi bir başka dünya markası daha çıkaramamamız ise üzüntü verici. Dünya markası yaratamamızın sebeplerinden biri de ''MADE IN TURKEY'' damgasının dünyada yarattığı imaj.İnsanların algıladığı bu imaj da Türkiye'de kaliteli ürün üretilemeyeceğine dair. Bu önyargıları kırmak, Türkiye'nin imajını da kalite standartlarını da yükselterek markalaşmanın önünü açmak için ilk ve tek devlet destekli markalaşma programı olan Turquality başarıyla yürütülmektedir. Kısacası Türkiyede ki farklı sektörlerde olan firmaların markalaşmaları adına destek sağlamakta; onların pazarlama, satış ve satış sonrası süreçlerinde de yardımcı olmaktadır.
Dünya markası olma yolunda, bir başka örnek ise; Anadolu da yetişen bitkileri kullanarak ürettiği Bioxcin ve Bioder'in yaratıcı Cihat Dündar'ın dünya markalarıyla rekabet içinde olması. Cihat Dündar'ın formülleri yaratma hikayesi de ilginç. 3 yıl boyunca kendi imkanlarıyla evinin mutfağında bitkisel karışımlar hazırlamış. Daha sonra bu karışımları kendi ve çevresindekiler üzerinde denemiş. Sağlık Bakanlığından izin aldıktan sonra 2003 yılında Bioxcini, 2006 yılında ise Bioderi piyasaya sürmüş. Piyasaya girdikten 2-3 yıl gibi kısa bir süre sonra pazar lideri olan ürününü, 2007 yılında Bioxet adıyla yurtdışına pazarlamaya başlamış. Avrupa'da 1 milyon euroluk, Ortadoğu'da ise 500 bin dolarlık satışlar yaparak Batılı firmalarla ciddi bir rekabet içerisine girmiş. İşin ilginç yanı ise; dünyadaki dev şirketlerin piyasaya sürdüğü ürünlerine karşın hiçbir eğitim almadan , kendi imkanlarıyla yaptığı araştırmalarla, kendi topladığı bitkileri kullanarak yapmış olduğu karışımlarla rekabet etmesidir. Hatta bi yandan rekabet açısından sanşlı olduğunu bile vurguluyor. Çünkü bitkileri çok iyi tanıdığını ayrıca Anadolu topraklarında çok çeşitli bitkilerin olduğunu ve yalnızca bizim topraklarımızda yetiştiğini söylüyor. Bunun aksine Batılı firmaların bitkilerin çoğunu tanımadığını belirtiyor. Bu nedenle de formüller için çok büyük araştırmalar yaparak büyük paralar harcadıklarından bahsediyor.
Tabii ki dünya markalarıyla rekabet etmek ilk başlarda bu kadar kolay olmamış. Almanya'ya yaptığı ilk girişimin sonucu olumsuz olmuş. En büyük engel yine ürünün üzerinde Made in Turkey yazısının olmasıymış. Şimdi ise Hollanda,Lüksemburg, Belçika ve Portekiz de Made in Turkey yazısıyla eczanelerde satış yapılıyor.
Cihat Dündar'ın hedefi ise global bir marka olmak.Türk firmasının global bir marka olabileceğini göstermek istiyor herkese. Ama çeşitli engeller de yok değil, yine bu engellerin en büyüğü ülkemizin imajı olduğunu söylüyor. Bu imajda da Türklerin kaliteli ürün çıkaramaması olarak algılanılıyor. Mali ve üretim engellerinin olmadığını tek sorunlarının imaj sorunu olduğunu vurguluyor. Bence de markalaşmak,dünya markalarıyla yarışmak için yapacağımız en önemli şey öncelikle önyargılarımızdan kurtulup yanlış algılanan imajımızı düzeltmek olmalıdır. Bazı Türk markalarının dünya markaları kadar kaliteli olabileceğine önce kendimiz inanmalı sonra dünyadaki imajımızı değiştirmek için uğraşmalıyız.

17 Nisan 2008 Perşembe

BAHSE GİRERİM, BAHİS SEKTÖRÜ BÜYÜYOR!

Futbol uzun yıllardır bir küreselleşme sürecinin içinde. Kendi içinde devamlı yeni akımlar geliştiren ve böylelikle özellikle ekonomiyi büyük ölçüde etkileyen futbolun, son yıllarda dünya piyasaların yaptığı en büyük etki bahis sektörü…

Aslına bakılırsa bahis sektörü futbolla veya herhangi bir spor dalıyla sınırlandırılamayacak kadar büyük bir sektör. Günümüzde yeni ABD başkanının kim olacağından , hangi yıldızın kimle aşk ilişkisi yaşayacağına; Fidel Castro’nun ne zaman öleceğinden, Eurovision’u hangi ülkenin kazanacağına kadar yüzlerce çeşit bahis mevcut. Çok büyük paraların döndüğü bu sektörde, birçok insan bahis oynayarak para kazanmayı meslek haline getirmiş durumda. Bahis sektörünün bel kemiğini spor oyunları oluştururken, en büyük pazar futbola ait.

Bahis sektörünün en popüler alanı futbol. Futbol bahislerinde dönen para milyarlarca dolarla ifade ediliyor. Futbol dünya çapında inanılmaz ilgi gören bir alan. Futbolu günü gününe takip eden, maç sonuçlarını düzenli olarak kontrol eden izleyici sayısı çok fazla. Dolayısıyla , birçok insan futbola olan ilgisini ve bilgisini paraya çevirmek istiyor. Böylece hem zevk aldığı şeyi iyi bir şekilde takip ediyor, hem de bu işten para kazanma fırsatını elde ediyor.

Batı da 1930’lu yıllara dayanan futbol bahis sektörü, biz de çok yeni. İş resmiyete dökülmeden, yani ilk legal bahis oyunu İddaa kurulmadan önce bu iş yasadışı şekilde yapılıyordu. İddaa’nın hayatımıza girmesiyle birlikte işin çehresi birden değişti. İnsanlar bu oyunu inanılmaz bir şekilde benimsediler. Her caddeye bir İddaa bayisi açıldı. Gazeteler haftanın bazı günleri çeşit çeşit “İddaa’da kazandıran” ekler yayınlamaya başladı. Televizyonlarda bununla ilgili programlar yapılmaya başlandı. Bu inanılmaz ilgi sonucunda Türkiye 8 milyar dolarla, “devlet eliyle oynatılan” bahis liginde dünyada 3.lüğüne yerleşti. İddaa Genel Müdür Yardımcısı Kerem Ertan, Türkiye`deki potansiyele dikkat çekiyor ve 2004 yılında faaliyete geçen İddaa`nın her yıl beklentilerin yüzde 25 üzerinde büyüdüğünü belirtiyor.

İnternet kullanımının yaygınlaşması da bahis pazarını büyüten en önemli etkenlerden biri oldu. Eskiden sadece büfelerden yapılabilen bahisler, artık birkaç dakika da oturduğunuz yerden bahis siteleri aracılığıyla yapılabiliyor. İnternette bu alanda yayın yapan site sayısı hayli fazla. Bu siteler para yatırma ve para çekme konusunda müşterilerine kolaylık sağlayarak, bahis oranlarını yüksek tutarak birbirine üstünlük kurmaya çalışıyor. Türkiye’de kredi kartına sahiplik oranının yüksek olduğu düşünüldüğüne sanal bahise olan ilginin bir diğer nedeni daha ortaya çıkıyor. Ayrıca verdikleri yüksek bahis oranları da bu siteleri cazip hale getiriyor. Bu yüksek oranların, sanal bahis şirketlerinin vergi vermemesinden kaynaklandığını söylemeye gerek yok sanırım. Türkiye’de sanal bahis oynatmak kanun dışı olduğu için bu siteler genellikle İngiltere, Kıbrıs ve Malta kaynaklı çalışıyorlar. Sanal bahis olayı rakamlarla incelendiğinde durum çok daha rahat gözlemlenebiliyor. Betsson, Bwin ve Betfair gibi bahis siteleri her gün onbinlerce kullanıcı tarafından ziyaret ediliyorlar. Betfair web sitesi yöneticisi Mark Davies, üçüncü yılına giren web sitesine günde 75 bin bahisçinin geldiğini, yoğun saatlerde dakikada 12 bin bahis kabul ettiklerini belirtirken, bu rakamların geçen seneye göre 10 kat arttığını söylüyor. Yabancı bahis şirketleri Türkiye’deki potansiyeli fark ederek, sitelerine Türkçe dil seçeneği ekliyor. İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre 400 bin Türk sanal kumar oynuyor. Beteurope'un kayıtlı Türk üye sayısı 150 bin civarında. Online bahis sektörünün en önemli gelir kaynağını İngiliz bahisçiler oluşturuyor. Araştırmalara göre İngilizlerin %75’i sanal bahis şirketlerine para yatırıyor.

Bahis şirketleri oynattıkları bahisler üzerinden kulüplere de belli miktarlar ayırmak zorundalar. Para dağılımı, kulüplerin bahis popülaritesine göre belirleniyor. Yani sizin herhangi bir takım üzerine yaptığınız bahisten, o takım da kar elde ediyor. Bu bağlamda bahis sektörünün mali yönden kulüpleri desteklediğini söyleyebiliriz. Sektörde dönen para çok büyük miktarda olduğu için maça etki eden ufak faktörler, çok belirleyici birer rol üstleniyor. Bu bağlamda futbolcuların maçta yaptığı olumlu ya da olumsuz hareketler büyük paraların el değiştirmesi demek. Son dünya kupasında İngiltere’nin David Beckham’ın ayağından gelen bir golle maçı kazanmasının ekonomiye 100 milyon sterlin kazandırdığı bahis şirketleri tarafından açıklandı. Sadece bu örnek bile büyük meblağları tarif etmeye yeter sanırım. Ayrıca, bahis şirketlerinin 2006 yılının ilk altı ayında sponsorluk anlaşmaları ile yapmış oldukları harcamalar 300 milyon sterlini geçmiş durumda.

Son yıllarda bahis ve futbol iyiden iç içe geçmiş durumda. FIFA başkanı Sepp Blatter bile bahis oynadığını söylemekten çekinmiyor. Bahis olayının bu derece futbolun içine girmesi, futbolun giderek kirlendiği iddialarını da beraberinde getiriyor. Dünyanın değişik yerlerinde birbiri ardına patlayan skandallara bakıldığında durumun vahameti ortaya çıkıyor. FIFA ve UEFA’nın son yıllardaki en büyük sorununu da bu bahis skandalları oluşturuyor. Mesela; geçtiğimiz aylarda Almanya’da yönettiği maçlar için bahis oynayarak şike yapmakla suçlanan hakem Robert Hoyzer, bahis oynadığını itiraf etti. Yine geçen sezon İtalya’da yirmiye yakın futbolcu hakkında şike yaptıkları için soruşturma başlatılmıştı. Birçok ülkenin futbol federasyonu ülke futbollarını bahis skandallarına bulaştırmamak için özel önlemler alıyor. FRANSA Profesyonel Futbol Ligi (LFP) yeni aldığı bir kararlar, kulüplerin kumar oyunu ve bahis şirketlerinin reklamlarını taşımasını yasakladı Türk futboluna baktığımızda da durumun vahametiyle karşılaşmak mümkün. Gökdeniz Karadeniz’in son dönemde yaşadığı olaylar duruma en çarpıcı örnek. Hatta durum öyle bir hal aldı ki; bazı kulüpler bahis oynadıkları yüzünden oyuncularını kadro dışı bırakıyor veya sözleşmesini fes ediyor.

Türkiye Süper Ligi'ndeki şike ve rüşvet iddiaları yabancı bahis şirketlerini de tedirgin ediyor. Avrupa basınında yer alan Türk futbolunun mafya batağına saplandığı şeklinde yorumlar bahis şirketlerini daha dikkatli olmaya yöneltiyor. İntertops adlı şirketin yöneticisi Detlef Train, ''Belirli liglerde dikkatli hareket ediyoruz. Türk Ligi ile ilgili olarak en fazla 500 Euro'luk bahis kabul ediyoruz. Alman Ligi'nde ise 2000 Euro'ya kadar bahis alıyoruz.'' diyor.

Genel olarak bahis sektörüne baktığımızda, futbola aktarılan nakit miktarını ve futbola artan ilgiyi olumlu gelişmeler olarak görebiliriz. Ama bahis oyunlarının alışkanlık yapıcı özelliği düşünüldüğünde olaya biraz daha dikkatli yaklaşmak gerekiyor. Bu konuda kişisel tavsiyem bahis oynanacaksa, küçük miktarlarla eğlence için bahis yapmaktır…


Kaynak:

ntvmsnbc.com

hurriyet.com.tr

sporvizyon.zaman.com.tr

GİTARİST TAVSİYESİ...

Bugün yoldan hangi genci çevirsek ve kendisine bir gitar markası sorsak cevap büyük bir ihtimalle Ibanez olacaktır. Bende yıllardır gitar çalarım ama şu marka takıntısı olayını hiç mi hiç anlamam. Geçenlerde bornovaya çalışmaya giderken metro turnikesinde güvenliğin elimdeki gitara bakarak "ibanez mi?" diye bir soru patlatması da beni hayli üzdü.

Elimdeki bir Cort EVL-Z4 (resimde görülen). Gurula taşırım gitarımı. Ben severim Cort'umu, hatta görenler hasta olur ona, satanist birşey sevimli de bir yandan. Fakat nedir bu piyasadaki Cort düşmanlığı?

İstanbul müzik aletleri piyasası nabzının attığı "tünel"de de bu düşmanlık hat safha da. Bu kesinlikle "word of mouth" olayının negatif bir yansımasıdır. Hayatında eline Cort gitar almamış insanların orda burda yazdıkları boş yazılar malesef fiyat-performans oranı optimum olan bu güzide markayı yaralıyor.

Cort'un iki fabrikası bulunuyor; Endonezya ve Kore. Alt modeller Endonezya, üst modeller ise Kore'de üretiliyor. İşin garip tarafı; Cort'u acımasızca eleştiren bu arkadaşlar, Ibanez gitarlarının Cort Kore fabrikasında üretildiğinden haberdar bile değiller.

Aynı fabrika, aynı işçilik ama fiyatlara gelince arada bir uçurum. Tabi bu Ibanez'in kendini pazarda iyi tanıtmasından da kaynaklanıyor. Türkiye piyasasına daha erken girip, uzun yıllar kullanıcıların tek seçeneği olması da ayrı bir avantaj.
Oysa ki Cort firmasının da 45 yıllık bir geçmişi var. Onlar da dünkü çocuk değiller piyasada, fakat Türkiye pazarında etkili bir şekilde konumlanmaları biraz zaman alacağa benziyor. Türk kullanıcıları etkilemek amacıyla ürettikleri "Cort TE1 (turkish edition)" modeli, gerçekten başarılı bir çalışma.

Cort markasını can-ı gönülden destekliyorum, teşekkürlerimi sunuyorum ve başarılarının devamını diliyorum. Son sözüm de gitarist arkadaşlara; yeni bir gitar almadan önce, karar verdiğiniz markayla aynı fiyat aralığında bir Cort'u karşılaştırınız, sırf head stock'da* Cort yazıyor diyerek düşman olmayınız, paranızı boşuna savurmayınız.



Headstock: Gitar sapının marka yazısının bulunduğu en uç noktası.




CORT TURKISH EDITION

Mustafa Özkılıç

13 Nisan 2008 Pazar

Adem Baba Katık Lokantası

Balçova'da oturan ya da benim gibi yurtta ikamet eden arkadaşlar bilirler; okula gelmeden az önce bir ev yemeği lokantası vardı. Şimdi tadilat sebebiyle kapalıymış galiba ama o Denizbank'ın "Ben buradayım" diyen turuncusu dikkatinizi çekti mi? Ya da bankalara gittiğinizde düşük faizlerle verilen girişimcilik kredileri reklamları? Yazıya böyle bir giriş yapmamın nedeni finans sektörünün ağzını sulandıran KOBİ'ler.

KOBİ, genel hatlarıyla yıllık 250 kişiden az istihdamı bulunan ve mali bilançosu 25 milyon YTL'yi geçmeyen küçük ve orta büyüklükteki işletmelere verilen genel isim. Türkiye'de mevcut 1.800.000 KOBİ, yaratılan katma değerin yüzde 37,7'sinde söz sahibi. Bunun yanında yatırımların yüzde 30'u onlar tarafından yapılıyor ve aralarında ciddi manada büyükler ligine oynayan şirketler de var. Büyük ve kurumsallaşmış şirketlere nazaran esnek olabilmeleri ve yenilikçiliğe kaynak ayıran yaklaşımları ile KOBİ bankacılarını peşlerine takıyorlar. Türkiye'deki finans sektörünün son beş yılı incelendiğinde, 2001 krizi öncesinde bankalar kredilerini ve hizmetlerini segmente etmek yerine risksiz getiri elde ettiren yüksek faiz ürünlerini pazarlama yoluna gitmiş, dolayısıyla bu yaklaşım kredi sektörüne sekte vurmuştur. Krizin akabinde gözü açılan bankalar, ilk önce kişisel kredilere sonrasında ise gerçek anlamda KOBİ'lere göz kırpan kurumsal kredilere yönelmiştir.

Burada bankalarımız tabii her önüne gelene kredi bahşetmiyor. Onlar da seçici davranıp "KOBİ Yıldızlarını" belirliyorlar. Bu da onların dolaylı yoldan eşsiz bir reklamı oluyor tabii. Oturup bunun üstüne kafa yordum. Mesela, bankanın biri sadece bir sektöre konumlansa ve o sektörü çok iyi tahlil edip oradaki KOBİ'leri değiştirmeye, geliştirmeye yönelse daha iyi olmaz mıydı? Sonuç olarak, her sektörün gerektirdikleri farklı ve hepsi de aynı oranda finansal desteğe ihtiyaç duymuyorlar. Bir de bunu CRM açısından incelemek istedim. Sürdürülebilir bir finansal dostluk için hizmeti sağlayan bankanın şirketi yakından takip etmesi de çok önemli; hatta bence bu sıcak takip yenilikçi önerilerle perçinlenmeli.

Bankaların işi aslında göründüğü kadar kolay değil. Zira, devlet teşvik ve yardımlarına salık veren kurumların varlığı onların için başlı başına bir sorun. Bu sorun da köklerini KOBİ'lerin bankalara olan güvensizliğinden alıyor. Bu yüzden açık, kafalarda soru işareti bırakmayan satış teklifleri uzun soluklu bir pazarlama planı için çok iyi olur diye düşündüm naçizane. Ayrıca son zamanlarda ekonomik çalkalanmalardan muzdarip döviz ve turizm alanları için özelleştirilmiş ürünler çok iyi bir yaklaşım olurdu.

Kimi zaman pazarlama taktikleri bünyeleri tarumar eden bankaları şimdi bir de bu sektörde görelim bakalım. Kim daha çok "yıldız" avlayacak?

Teşekkürler

24 Mart 2008 Pazartesi

Hey Millet ! Dersimiz iPod



Uzun zamandır, dünyaya mal olmuş bu pazarlama çılgınlığı üzerine bir yazı yazmayı planlıyordum , bugüne nasipmiş. iPod'u olanlara kızacak değilim ya da ürünlerine çamur atacak. Yazım,naçizane, bu nadide ürünün pazarlanmasına ve tabi ki de bu ürüne sahip olanların "ego"larına ithafendir. Haydi bismillah...
Madem güzel,kapsamlı bir işe girişelim dedik o zaman rakamlar bu "ince" olayın olmazsa olmazıdır diyerekten "verilerin diyarında bir gezinti"ye çıkalım diyorum. 2001'den beri yaklaşık 100 milyon ürün satıldı ve bu satış rakamlarının ciddi bir oranı 2005'in dördüncü çeyreğinde gerçekleşti. Gözümüzün önüne bir "Product Life Cycle" eğrisi getirdiğimizde ne kadar ciddi bir durumla karşı karşıya olduğumuzu anlatmış olurum herhalde. Bunun yanına bir de %73 lük pazar payı ile bir diğer marka "MP3 çalıcısına" sahip olan tüketicinin yine de "benim MP3 çalıcım" yerine "iPod'um" algısını da ekleyin. Aslında yazımı burada bırakıp bilgisayarın başından kalkıp gitmek var.Gerisini sizlerin gözlemine ve de ileride bu canavarın neler yapabileceğini irdeleyen hayal gücünüze bırakabilirim.Lakin, bu cihazın ,Apple'ın,kendisi iPod'u üreten şirkettir bu arada; memnun olduk,bilgisayar satışlarını bile arttırdığına değinmeden geçemeyeceğim.
Bu güzel cihazın bu kadar güzel satış yapmasına fayda açısından yaklaşırsak bir yerlere çıkamayız çünkü her MP3 oynatıcının içine şarkı yükleniyor, dolayısıyla yanınızda taşınabiliyor. Zira, olayın mantığında da bu yatıyor zaten ; yükle , götür , dinle. Ama , "click-wheel" (bu, genelde baş parmakla kumanda edilen, alışılması zaman alan kontrol paneli ) denilen farklılık , göze basit görünen tasarım ve de gerçekten farkedilen o tatlı beyaz renk iPod'u iPod yapan unsurlar. Bu "şaşırtan" duruma kimi zaman pazarlamacılar tarafından 4P grubuna dahil edilen "packaging" penceresinden bakacak olursak mümkün olabildiğince küçük ve "egosal" paket tasarımları bu ürünün basitliğini ve bir o kadar da havalı oluşunu destekler nitelikte.
Şimdi bu süreç bununla tamamlanmadı tabi ki , develer tellal iken , kalbur saman içinde , "iPod Family" oluştu; bunu da o vazgeçilmez kol bandları, zaten baştan beri var olan "ben burdayım" diyen beyaz kulaklıklar , ev sistemleri ve araba içlerine kadar uzanan bir yayılım izledi. Hatta "Volvo iPod adaptörü" bunların en bomba örneğidir. (Volvosu olanlar-araba ilgim olmadığı halde en sevdiğim arabadır,"İsveç Çeliği"dir kendisi , güvenlik ön planda pazarlanmıştır -bu adaptörü iPod Shuffle'dan daha üst bir model iPod'ları varsa herhangi bir Volvo bayiisinden temin edebilirler.) Bu vesileyle iPodlu kitle grup oluşumlarının önü açılmış oldu , insanlar oluşturulan bir olguya dahil olmak istediler. (Bkz : Harley Davidson grupları , Contextual Marketing, " Motoruma binerim , giderim , özgürüm , havalıyım , deri pantalonum var , zincirim var vb.")
Bilindik 4P'lere değinecek olursak , fiyatlandırma yöntemi çok da göz kamaştırıcı değil aslında. Her çok tutulan ürün gibi onlar da yüksek fiyatla girdiler pazara ama sonrasında yeni ürünlerle desteklenen sürdürülebilir yenilikçi tutumları mevzu bahis "PLC" grafiğindeki "olgunluk" döneminde beklenen fiyat düşürülmesini engelledi.(Burada değinmek istediğim inovasyon, ürünleri farklılaştırma bazlıdır. Yani ; normal iPod'u fotoğraf yükleyebildiğiniz, video seyredebildiğiniz ya da oldukça "hedonic" altın kaplamalı iPodların izlemesi.) Bu arada rakipleri fiyat kırmaktan ziyade farklı pazarlama uygulamalarıyla fiyatlarını kırmadılar-ki bence izlenilesi bir pazar rekabetiydi. Bir Creative kullanıcısı olarak değinmeden geçemeyeceğim , onlar ürün faydalarını çok ön planda tuttular ve de bu strateji "price-performance" ikilisine gerçekten takan tüketicilerde doğrudan cevap buldu. Ancak üzücü bir durumdur ki , yıllardır halkımıza "Japonlar yapıyor be hacı!" dedirten Sony, bu alanda istediğini pek bulamadı.Söz gelimi , "Place" kavramı ; 2002 yılında doğrudan Apple'ın sitesinden satın alım yapılabiliyordu , daha sonrasında güçlenen pazar hakimiyeti ile bu stratejiyi "Apple Store"lar izledi.(Buradaki amaç sadece iPod satışı da değil , gözlerinizi kapatın, işte karşınızda "Mac"ler!) Sonrasında dağıtım kanallarının güçlenmesiyle birlikte iPodlar internet sitelerinden sonra "Kipa"lardan da alınabilir hale geliyordu.
iPod reklamlarındaki kulaklarında o beyaz kulaklıklarla dans eden siluetler segmentasyonun aslında advertising olayına birebir yansımasıydı. Onlar için yaşa , cinse , ırka ya da kıtaya dayandırılan bir "demographic segmentation" sözkonusu değildi. Ama olayın "position" adımında öyle bir durum vardı ki işte bu durum pazarda "Hedonism" rüzgarları estirdi. "iPodlu" olmakla , "O'na sahip olabilmekle" "motive" olan bünyeler iTunes'un, kendisi iPod'un şarkı düzenlenmesi ve indirilebilmesi, dinlenebilmesi için kullanılan yegane yazılımı olur, ucuza yasal şarkı indirebilmesi ile daha da şenlendi , çünkü böylelikle dinleyicisi oldukları müzisyenlerin arşivlerini iPod'larında barındırabileceklerdi. İlk yazıma istinaden, iPod Facebook'a yüzünü çevirmeden önce Myspace.com'da inanılmaz bir inovasyon politikası izlediğine değinmek istiyorum.Eğer üyeyseniz , ürünlerle ilgili harika tasarlanmış sayfalar bulabilirsiniz. En son olarak da bana afedersiniz "ohaa!" dedirten bir noktaya değinip yazımı toparlamak istiyorum. Microsoft Vista 'nın iTunes kullanımında bazı sorunlar çıkarması , Microsoft müdavimlerinin mevcut işletim sistemlerinin sürümlerinin Vista'ya yükseltmesini engellemiş.Hey Yarabbi !
Yaklaşımınız "MP3 de çalabilen elektronik bir mücevher istiyorum." şeklindeyse zaten sizin için yapılacak çok da birşey kalmamıştır.Naçizane fikrim , iPod'un fayda açısından pek de o fiyatı haketmediği ama artık üzerinde iPod cepleri bulunan ceketler bile üretilmeye başlandıysa zaten bu yazı geç kalmış olmaktan öteye gidemiyor. Yine de kafanızda ses kalitesi anlamında bir soru işareti oluşursa nice teknoloji dergilerine makale olmuş ürün karşılaştırmalarına bir göz atın derim ; farkı siz de göreceksiniz.Kalın sağlıcakla...

Dipnot : Bu yazımda çok fazla yabancı kelime kullanmamın sebebi , olayın akademik boyutundan biraz daha dem vurmaya çalışmaktır ; yoksa güzel Türkçemizle bir alıp veremediğim yoktur. Bilgilerinize...

Kaynaklar :
1. http://www.slideshare.net/JNathan/marketing-to-europe-ipod
2. http://www.marketingturkiye.com/Haberler/Detay/?no=5336
3. http://www.photoshopsupport.com/tutorials/jennifer/ipod.html

19 Mart 2008 Çarşamba

Dumanlı Pazar

Son zamanlarda tüketimini benim de arttırdığım, çay ve neskafe gibi içeceklerin yegane ‘complement’ i, tutması kolay bırakması zor şey; Sigara. Bugün dünyada yıllık sigara üretimi öyle bir boyutta ki, yılda herbirimize bin paket sigara düşüyor. Bu da yılda altı trilyon paket sigaraya tekabül ediyor. Bu devasa hacim, yıllık 200 milyar dolar. Peki nasıl oluyor da sigaraya getirilen reklam, sponsorluk ve promosyon kısıtlamalarına, sigara karşıtı kampanyalara paketlerin üzerine koca puntolarla yazılan ibarelere dahası yasalara rağmen piyasa gücünden ve hacminden bişey kaybetmiyor?

Bilindiği gibi reklamlar, sponsprluk anlaşmaları ve promosyonlar firmaların hedef kitlelere ulaşması yolunda kullandıkları en etkili araç. Özellikle de gününmüzün gelişmiş iletişim kanallarıyla. Fakat sigara üreticilerine getirilen yasaklar, bu kulvarda firmaların önünde ciddi bir engel. 2005 yılından bu yana AB ülkelerinde sigara şirketleri gazete, dergi ve Internet'e reklam veremiyor. Bu şirketlerin Birlik ülkelerinde parasız ve tanıtım amaçlı sigara dağıtmaları da yasak. 2006 yılında ise sigara şirketlerinin spor karşılaşmalarının sponsorluğunu üstlenmelerine yasak getiren yasa kabul edildi. Bu noktada sigara firmalarının elinde kalan en güçlü silah, insanların istese de istemese de hakim olamadıkları şey; Algı

Her ne kadar açıkça reklam yapamasalar da kritik noktalarda yaptıkları masum hamlelerle bilinç altında sigara içme isteğini kamçılıyorlar. Aynı zamanda firma sahipleri ve yöneticilerin yaptıkları çarpıcı açıklamalar da bu stratejiyi destekler nitelikle. Imperial Tobacco’nun “Ergenlik çağındaki çocuklar özgürlüklerini bir sembolle ortaya koyma eğilimindedirler. Sigara, olgunlukla özdeşleştirildiği için ve yetişkinler sigarayı yasakladığı için en önemli semboldür” ve Camel’ın yaptığı “Camel, büyümesini garantiye almak için yeniliklere açık olan ve geleceğin sigara içimini temsil eden 14-24 yaş grubunu hedeflemektedir.” açıklaması, kişiliği koyacak yer arayan ergen gençleri hedef alıp bu dogrultuda semboller ve hatırlatıcı objelerle onları teşvik etmeye yöneltme çabalarını açıkça göstermektedir.

Sigara tüketimindeki artan grafiğe rağmen, sigaraya karşıyız.
Yasal uyarı: Sağlığa Zararlıdır!

15 Mart 2008 Cumartesi

Müzik Dünyasının Pazarlama Kabadayıları

Tam olarak hatırlayamasam da bundan 5 sene öncesine tekabül eder Laço Tayfa ile tanışmam. Nurhat Şensesli'nin- kendisi Türkiye'nin çoğu albümüne bas gitar çalmış bir üstadıdır- şarkı girişindeki uçan tekmelerine tanık olduktan sonra kulaklarımdaki tınının geçmesine aman vermeden hemen café sahibine koştum.
Ben:Aman güzel abim bu çalan nedir?
Üzeyir Abi: "Bilader" bu Laço Tayfa! Türkülerimizi; cazdır , reggeydir sambadır envai çeşit müzik çeşidiyle harmanlayıp bize sunmuşlar.Üstüne roman bir klarnetçi şanlarını(vokallerini) üflemiş. Ama yapılanlar insan işi değil,"abem"insan işi değil Allah seni inandırsın.
O gün bugündür dinlerim Laço'yu ama bir canlı dinlemek nasip olmadı. Zamanla kendi kitlesini oluşturdular sonra da nadir canlı çalmaya başladılar.İnşallah bir gün canlı da izlerim.
İlk dönemin sonlarındayım ,nam-ı değer Güven Borça'nın okulumuzdaki konuşmasını dinlemekteyim.Müzik dünyasındaki pazarlama ihtiyacından dem vurdu ama müzik dünyasındaki insanların seviyesine ve iletişimsizliğine de değinerek bu alandaki pazarlama zorluğunu da dile getirdi.
Aslında bugün bahsetmek istediğim ne Laço Tayfa ne Güven Borça. 2 senede yabancı şarkı sözleriyle bile yerel anlamda büyük bir kitlenin dikkatini çekebilmiş olan Dolapdere Big Gang.Adamlar sadece yurtiçinde değiller dahası yurtdışı projeleri. Şimdi soracaksınız ne alaka diye. İşte başlıyoruz.
Grup çoğunluğu Dolapdereli, bir diğer deyişle, Roman elemanlardan oluşuyor.Yaptıkları iş ise basitçe yıllardır delicesine dinlenen yabancı şarkıları Türk sazları ile alaturka yorumlayıp 9/8 lik(bildiğimiz oyun havası ritmi) "oynak " bir şekilde icra etmek. Benim naçizane fikrim müziklerinin üst kalitede olmadığı ama siz de takdir edersiniz ki birşeyin pazarlanması için mükemmel olması gerekmiyor kaldı ki mükemmel olsa dahi yine pazarlama gerektiyor. İşte bunların üzerinde böyle kafa yorarken pazarlama gurularını bile düşünderecek bir cümle ile tarumar oluyorum: "Türkiye konumu itibariyle birçok kültürü içinde barındıran ve bu kültürlerden etkilenen bir ülke. Müzikte de bu etkileşimin izlerini görüyoruz. Ama bugüne kadar hep bizim müziğimiz yabancı müzik piyasasına, onların bakış açısına, ritmlerine uyarlanmaya çalışıldı. Biz ise tam tersini yapıyoruz. Çünkü yurt dışına ses vermenin yolunun onlara benzemek, onlar gibi olmaktan değil, kendi değerlerimizden ödün vermeden, kendimiz gibi kalmaktan geçtiğini düşünüyoruz. Biz, onların şarkılarını "biz" gibi yorumladık." diyor ve ekliyor "Yıllarca biz onların yaptıklarına hayran olduk. Şimdi sıra onlarda. Sting'inden Madonna'sına Deep Purple'ından Michael Jackson'una şimdi onların bize hayran olma zamanı."
Türk milletine çok güzel pazarlandı bu olay bence.Zaten darbuka sesini durmayagörelim. Hemen başlarız sallanmaya olduğumuz yerde. Sadece bunu kullanmadı Dolapdere. Grupların kullanmaya alışık olmadığı bir de güzel logo patlattılar.O logoyu görenler grubu tanıdı hemen, çok güzel özdeşleşti ikisi.Sadece bununla da bitmedi bu akıllı pazarlama silsilesi.İlk albümde şarkılarını kullandıkları sanatçıların hiç bir şarkısına ikinci albümde yer verilmedi dolayısıyla dinleyici sıkılmadı. Akabinde kendilerine ait bir parça ile de diğer albümlerde yapacaklarının müjdesini verdiler. "Bizi takip edin ey sevenler" dercesine. Bununla mı sınırlı kaldı Dolapdere ? Hayır! Yeni albümlerinde Işın Karaca'ya "Final Countdown"u Teoman'a(Teoman'ı kullanmasalar daha iyi olabilirmiş , sevmiyorum kardeşim adamı Allah Allah) ise Helldorado'nun "Drinking Song"unu söyletmişler. Ama son hamleleri var ki gerçekten ABD gibi büyük müzik endüstrilerinin bulunduğu ülkelerdeki yöntemleri kıskandıracak nitelikte. Just Feel albümü, normal CD versiyonun yanı sıra çok özel bir "Special Edition Box"la birlikte piyasaya sürüldü. Koleksiyonerler ve grubun hayranları için sınırlı sayıda üretilen "Special Edition Box"ın içinde yeni albüm Just Feel'in yanı sıra grubun ilk albümü Local Strangers da yer alıyor. Ayrıca Dolapdere Big Gang için özel tasarlanmış duvar saati, 2008 takvimi, kitap ayıracı ve magnet de grubun sevenlerine yeni yıl sürprizi olacak nitelikte.Buyrun efendim ne güzel değil mi ?
Bu yazıyı yazmamın 3 sebebi vardı: Müzikteki pazarlamaya kafa yormam, Dolapdere Big Gang 'in yılbaşında iddialı bir kanalda uzun bir konser vermesi ve de teyzemin sabah kahvaltısında çaylarımızı yudumlarken benden bu grubun şarkılarını istemesi.
Yorumlarınızı esirgemeyin , ışık sizinle olsun....

11 Mart 2008 Salı

MAKARNAYI ÇOK SEVİYORUZ!

Her ne kadar makarnayı çok seviyoruz desek de , ülkemizde kişi başına düşen tüketimimiz neden 6.0 kg yi geçmiyor.Hemde makarna üretiminin dünya sıralamasında 2. olduğu bi ülkede.Hiç şaşırmıycaksınız ki dünya sıralamasına baktığımızda,italya 30 kg'yi aşmış bile. İtalya yı 13 kg. ile Venezuella ve 11.7 kg. ile Tunus izlemekte.ABD,Yunanistan,İsveç,Fransa gibi ülkelerin yanısıra Şili,Peru ve Arjantin bile sıralamada bizi çok geride bırakmış.Türkiye bu tabloda ilk 20 ye zorlukla girebiliyor.Sektörün hedefide başlangıçta kişi başına olan tüketimi 8.0 kgye çıkarmak.

Peki makarnayı sevmemize rağmen neden tüketimimiz bu kadar düşük?Yanıtı basit aslında: öncelikle makarnanın besin değerinin ne kadar yüksek olduğunun anlatılamamış olması.En önemliside
günlük karbonhidrat ihtiyacını ekmekten karşılayan Türk halkı, makarnayı gerek bulgur ve gerekse pirinç pilavında olduğu gibi ana yemek olarak kabul etmemesi.Dünyada ana yemek olarak yüzlerce çeşidi yapılan makarna,Türk Halkının gözünde ketçap veya yoğurtla pilav niyetine yenmekten öteye gidememiştir.

Yıllardır çeşitli yöntemlerle makarna tüketimini arttırmaya çalışan üreticiler artık daha yaratıcı ve agresif pazarlama yöntemleri denemeye başladılar.
Bunlardan biri de Arbellla'nın çalışması.Son günlerde tv ekranlarında sıkça rastladığımız arbella reklamı.Reklamda tam bize göre arkadaşlar,bize sesleniyor.Diyor ki:''Hey öğrenciler,biliyoruz makarnayı çok yiyorsunuz, aynı zamanda seviyorsunuz; bir de değişik makarna tarifleri için sitemize bir girin.'' Zaten reklamda da belirlenen hedef kitle çok net yansıtılmış ve iyi bir iletişimle kitleye ulaşılmış.Kitlenin bilinen tüketim alışkanlıklarını değiştirmenin yanısıra tüketim şeklinide daha da çok zenginleştirmeye çalışmış.Üsteliklik video çekimlerini usta bir ahçı ile deil de bizlerden biriyle yaparak herkezin kolaylıkla yapabileceğini de vurgulamışlar.Gösterilen birbirinden değişik sos tarifleriyle gerçekten yeni tatlar yakalamak ve alışkanlıklarımızı değiştirmek için başvurabilceğiniz güzel bir kaynak.

8 Mart 2008 Cumartesi

Güzele her mevsim bakılır...

Güzel için zaman kavramı yoktur. Yaz – kış güzeldir, bakılır. Futbol, her mevsim oynanır. Peki ya dondurma yenir mi her mevsim ? Annemin, ben çocukken üşütmeyeyim diye bana bağırışı kulaklarıma doldu birden. Ama Algida, evhamlı annelere aldırmadan dondurma yaz-kış yenir diyor. Sevdiğiniz şeyi yemekten sizi hiç bir şey alıkoyamaz düşüncesiyle, dondurmayı tek dönemlik bir gıda olmaktan çıkarma amacında. Böylece dondurma satışını yaz dışında, dondurma için ölü mevsim olan kışın da yapmayı planlıyor. Gerçekten çok yaratıcı bir pazarlama hamlesi. Belli bir döneme ait ürünü, tüm dönemlere yayarak satışları arttırmak. Reklamın başarısı sayesinde bu slogan tüketicilere çok sağlam bir şekilde ulaşıyor. Verilen örnekler, kitleleri ele geçiriyor ve dondurmanın her mevsim yenebileceği fikri bizlere yeni bir davranış biçimi olarak dayatılıyor. Algida “Dondurma niye kışın yenmesin ?” diyor. Peki işe yarıyor mu ?


Evet, işe yarıyor. Hem de sadece “Carte D’or” satışlarını arttırmakla kalmıyor, genel anlamda dondurma satışlarını arttırdığını farketmiş bulunmaktayım. Son dönemlerde “McDonald’s”ların önünde bir kuyruk, herkes o sade dondurmayı yemek için sıra bekliyor. Hava buz gibi, ama insanlar dondurma yemek istiyor. Eskiden anneler kızardı çocuklarına, şimdi annelerin elinde bir külah, çocukların elinde bir külah dolaşıyorlar. Evlere “Carte D’or” alınıyor. Sıcak ev ortamında, dondurma yeniyor. Etkileyici bir pazarlama stratejisi ve iyi bir reklamla sadece satışları arttırmakla kalmazsınız, aynı zamanda o toplumun davranışlarında da değişikliğe sebep olabilirsiniz. Onlara bugüne kadar doğru bulmadıkları, yapmadıkları, fakat yaptıklarında zevk alabilecekleri şeyleri sunabilirsiniz, ve böylece güzeli yaz-kış güzel kılabilirsiniz. Belki sadece sunum şekli farklı ama, “Nescafé”de de bunu görmüştük. Sıcak bir içecekti, kışın içilirdi. Ama sonra bir baktık, havuz kenarlarında buzlu buzlu içilmeye başlandı. Her şeyi pazarlayabiliyorsak, güzel olan şeyler de ait oldukları kalıplardan çıkarılıp, farklı ve daha geniş kapsamlı bir şekilde sunulabilir.

Algida bu yaratıcı fikriyle iyi bir sonuç elde etmiştir ve tüketicilerine dondurma zevkini kışın da tattırmayı başarmıştır. Aşık Veysel’den alıntı yaparak, Algida’ya bir mesaj vermek istiyorum: Güzelliğin on par’etmez şu tüketicin olmasa !

6 Mart 2008 Perşembe

SPONSORUN FUTBOLU

80’lerin sonu itibariyle futbolun globalleşme ve endüstrileşmeye başlamasının sonucu futbol kulüplerinin en önemli gelir kaynaklarından biri haline geldi sponsorluk gelirleri.

Peki neydi bu sponsorluk kavramı?

Bir kurum veya kuruluşun bir sporcuya, kulübe, organizasyona, spor tesislerine yaptığı yatırımı spor sponsorluğu olarak değerlendiriyoruz. Birçok büyük şirket bireylerin bilinçaltında var olmak, belli bir imaj yaratmak veya imajını güçlendirmek için sponsorluk alanında yatırımlar yapıyor. Böylece yaptığı bu yatırımlarla rakiplerine karşı belli bir avantaj kazanıyor ve marka değerini arttırıyor. Günümüzün endüstrileşmiş futbolunda fast-foodtan teknolojiye, bankacılıktan spor ürünleri üreten birçok firmaya kadar çoğu markanın sponsorluk yatırımları yaptığını görüyoruz.

Futbol sektörünün sponsorluk gelirlerinden elde ettiği tutar 8.5 milyar dolar civarında. Bunun 3 milyar dolarlık bir bölümü, dünyada ekonomik açıdan futbolun en büyük pazarı olan Avrupa’ya ait. Verileri incelediğimizde bu gelirin %50’sinin beş büyük ligde(İngiltere, İspanya, Almanya, İtalya, Fransa) oynayan takımlara, geri kalan %50’nin ise diğer 47 UEFA üyesi ülkenin takımlarına gittiğini görüyoruz.

Sponsorluk gelirlerindeki bu uçurumu baktığımızda ise futbol kalitesi ve dolayısıyla dünyanın her yerinden büyük ligleri gösterilen ilgi karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla, firmaların markalaşabilmiş, uluslararası üne sahip olan yani globalleşmiş kulüplere yatırım yaptığını görüyoruz. Zirveye baktığımızda 93 milyon dolarla FC Chelsea ilk sıraya sahip. Onu sırasıyla izleyen takımlar ise Bayern Münih ve Manchester United. Tabiî ki bunlar geçen yılın istatistikleri. Güncel sponsorluk anlaşmalarına baktığımızda sponsorluk ücretlerinin daha da arttığını görüyoruz. Mesela Arsenal’in Emirates ile imzalanmış 100 milyon sterlin değerinde bir anlaşması var.

Sponsorluk sadece kulüplere değil, dev organizasyonları da kapsıyor. Dünyanın en büyük futbol organizasyonu Dünya Kupasına baktığımızda karşımıza kulvarları çok farklı olan 21 dev sponsor firma çıkıyor. Coca-Cola, Adidas, MasterCard, Hyundai, McDonalds, Gillette, Yahoo, Philips gibi birçok firmanın yaptığı yatırımın 650 milyon dolar olduğu konuşuluyor.

Bu büyük yatırımların firmalara sağladığı kazançlar ise gerçekten çok büyük. Sponsorluk yatırımları sayesinde dünyada 3 milyar insana imajlarını tanıtıp, tanınırlıklarını arttırıyorlar. Bu da satış oranlarında önemli bir yükselme demek. Bu imaj çalışmalarına en büyük örnek şüphesiz Coca-Cola. Yapılan anketlerde Dünya Kupası denince her 100 kişiden 51’inin aklına Coca-Cola geliyor. Buna sebep olan en büyük neden, Coca-Cola’nın 72 yıldır Dünya Kupasının resmi sponsoru olması. Coca-Cola yöneticileri elde ettikleri büyük karın farkında olmalılar ki, 2022 yılında kadar Dünya Kupası’nın resmi sponsorluğuna devam edecekler. Diğer bir örnek ise Adidas. Adidas 8 yıllık bir sürede Dünya Kupası sponsoru olmak için 350 milyon dolar ödeyecek. Fakat Adidas yöneticisi Thomas van Schaik, buna değdiği görüşünde. Schaik, ''90 dakika bir ürünümüzü, sahadaki topu televizyonlarda seyrettiriyoruz'' diyor. Sahayı çevreleyen reklam panoları, futbolcuların ayakkabıları ise işin cabası. Dünya Kupası resmi futbol toplarını üreten Adidas, 2002 yılında bu toplardan 6 milyon adet satmış. 2006 yılındaki satış miktarları ise 15 milyon civarında. Bu da yaptığı yatırımların kendisine dönüşü demek.

Bir de futbolcularla imzalanan kişisel sponsorluk anlaşmaları var. Tabiî ki bunun bedava malzemeden ibaret olduğunu düşünmek yanlış olur. Firmalar büyük paralar ödeyerek oyunculara sponsor oluyor, onlara reklam kampanyalarında yer veriyor. Bu alanda akla ilk gelen isim şüphesiz ki başlı başına bir marka olan David Beckham. Beckham sadece bir futbolcu değil, aynı zamanda günümüz modasının en önemli ikonlarından birisi. Son yıllarda eski formunda olmasa da hala çok kazanıyor. Son birkaç seneye baktığımızda sektörde en önemli isimlerden biri Ronaldinho. Sony Ericcson, Nike, Pepsi, Algida gibi markaların reklam kampanyalarında boy gösteren yıldız, en çok kazanan futbolcular listesinde ilk sıraya oturmuş durumda. Futbolcularla yapılan anlaşmalar, saha içinde firmanın ürünlerini kullanmaktan ibaret değil. Firma, oyuncunun saha dışı davranışlarından fiziksel imajına kadar birçok noktada belirleyici rol oynuyor. Hatta oyuncunun başka bir kulübe transfer olmasında aracılık etme görevini de üstleniyor.

Dönüp Türkiye’yi incelediğimizde ise, sponsorluk kavramının bizde eskilere dayanmadığını ve yeni yeni geliştiğini görüyoruz. Türk futbolundaki sponsorluk pastasına baktığımızda büyük payın 3 büyüklere gittiğini görüyoruz. 65 milyon dolarlık bu pastanın %30’u bu kulüplere gidiyor. Zirvede 8.5 milyon dolarla Fenerbahçe var.

Turnuva ve lig bazında sponsorluklar incelendiğinde ise son yıllarında önemli gelişmeler mevcut. Türkiye 1. ligi, 1999-2000 sezonundan beri çeşitli firmaların isimleri altında oynanıyor: Telsim 1. Ligi, Turkcell Süper Lig vb… Türkiye Kupası ise 2 sezondur Fortis’in sponsorluğu altında Fortis Türkiye Kupası şeklinde oynanıyor. Bu sponsorlukların Türk futbolu için çok önemli bir mali destek olduğu ise yadsınamaz bir gerçek.

Büyük sponsorluk gelir elde etmenin yolu uluslararası vizyon ve ciddi anlamda markalaşma olduğu için, Türk futbolu bu büyük pastadan yeterince pay alamıyor. Bu alanda bizim için başarının sırrı birbirini besleyen iki kavramda: Futbolda başarı ve mali güç.

Sonuç olarak sponsorluk kavramını genel olarak değerlendirdiğimizde futbol ve iş dünyasının çok büyük kazançlar sağladığını görüyoruz. Sponsor firmalar, imajlarını milyarlarla ifade edilen çok geniş kitlelere ulaştırıyor; futbol dünyası ise kulübünden oyuncusuna milyarlarca dolar gelir elde ediyor. Sponsorların futbolda kapitalizm rüzgarıyla amatör ruhu öldürüp oyun kalitesini düşürdüğü şeklinde birçok görüş olmasın rağmen, sponsorluğun futbol sektörüne yaptığı katkı çok büyük.

M.Seyfettin AKBEL

Kaynak: www.verkac.org
www.sponsorluk.gov.tr

5 Mart 2008 Çarşamba

Sevgililer Operatörü AVEA ve Çift Sim Kartlı Gençler

Bir gün okulda arkadaşlarla oturmuş muhabbet ediyoruz, baktık karşıdan sevdiğimiz bir kardeşimiz geliyor. O da bize katılıyor, konuşmaya devam ediyoruz. Sonra arkadaşımız cep telefonunu çıkarıyor şöyle bir bakıyor, tekrar cebine koyuyor. Ardından diğer cepten bir başka cep telefonu çıkıyor ve suratında komik bir tebessüm oluşuyor. Biz de klasik erkek muhabbeti “Hayrola birader ne iş?” diye soruyoruz. O da “Ya biraderim yeni hat aldım, daha ucuz” muhabbeti yapıyor bize. Tabi bu lafın hemen ardından gerçeği öğreniyoruz. Kardeşimiz sevgili yapmış kendine muhabbetleri başlıyor. Eee, adam haklı 10 dakikası 2 kontör, beş yüz tane bedava sms var. Bırakın doya doya konuşsun yariyle.

Avea bu tip tarifeleriyle ve fiyatlandırma stratejisiyle büyük bir hızla yayıldı ve yayılmaya devam ediyor. Aycell ve Aria ile birleştikten sonra ortaya çıkan bu operatör, piyasada kendini rakiplerine göre konumladırmakta ve reklamlarında da görüldüğü gibi onlarda dakikası 4 kontör bizde 2 kontör gibi karşılaştırmalarla kendisini göstermeye çalışmakta. Gerçekten bu tarifelerle epey büyük bir kesime ulaştı AVEA. Tabi bu pazarlama stratejisi sadece kendi piyasasını değil, bir başka piyasa olan cep telefonlarını da etkiledi. İnanılmaz bir şekilde, herkesin iki cep telefonu taşıdığını görür olduk. Ciddi anlamda telefon satışları arttı. Hatta bir gün arkadaşla bir alışveriş merkezine girdik. Ben X-Ray’den geçtim, cihaz ötmedi. Ardımdan arkadaşım geçti cihaz yüksek seviyede ötmeye başladı. Görevli geldi ve şöyle dedi: “Efendim kesici alet ya da silah varsa bırakalım lütfen”. Arkadaş iki telefonu çıkartınca adam da gülmeye başladı. E adam haklı gülmekte, ben de şahsen baya gülmüştüm bu duruma. Gerçekten de komik bir durum. Eskiden cep telefonu taşımayan bu insanlar, şimdi iki tane taşıyor. Ama itiraf ediyorum, bu insanların içinde şu an ben de varım.

Tamam, AVEA ucuz, iyi, güzel ama, bir yığın da kısıtı var. 10 dakikası iki kontöre konuşmak için en az 150 kontör yüklemek lazım, 30 gün sonra da bu hakkınız bitiyor ve aradığınız kişinin de aynı tarifeye kayıtlı olması gerek. Bu tarifede diğer operatörleri aramaksa dakikası 2 kontör. Her arayışınızda da 10 dakika konuşamıyorsunuz. Böyle böyle kontörler bitiyor, yeni kontörler alınıyor. Tabii, bu tarifeler belirlenmeden önce hepsinin hesabı kitabı yapılıyor, sonra reklamlarda bu kısıtlardan arındırılarak sunuluyor ve 10 dakikası 2 kontörü duyan koşuyor hat, kontör almaya. Hatta bir dönem 150 kontör bulunmuyordu ve bu nedenle insanlar 250 kontör almak zorunda bile kalıyorlardı. Gerçekten ucuz görünüyor ama adamlar bunu vatana millete hayır olsun diye yapmıyorlar, bir şekilde tarifelerde uyguladıkları kesintiler ve kısıtlarla iyi kar elde ediyorlar. Eğer gözünüze güveniyorsanız reklamlarda alttan hızla geçen o yazıları bir okumayı deneyin, bunu yaparak kendinizi bu tarifelerden koruyabilirsiniz.

Halkımız ise operatörlerin fiyatlandırmalarından cep telefonlarını kuşanarak korunmaya çalışıyor. Bu fiyatlandırmalar hem bulundukları, hem de ilişkili oldukları piyasaları etkiliyor ve yeni ürün gelişimine kadar varan bir etkiye sahip olabiliyor. Örnek olarak, çift sim kart takabildiğiniz telefonlar bu farklı fiyatlandırmalardan sonra, insanların iki telefon taşımasıyla birlikte ortaya çıktı. Gördüğümüz gibi bir pazarlama hamlesi çevresini bir çok yönden etkileyebiliyor.

Suratında o tebessüm olan arkadaş şu sıralar isyanlarda. Mesaj geliyor telefonuna. “Ne oldu abi ?” diyoruz. O da şöyle diyor: Artık beni hiç arayan yok, mesaj çeken yok, en yakın arkadaşım “Patlican!”. Kardeşim kimse kalmaz, AVEA’nın Patlican’ı kalır. Sen kontör almaya devam et, o seni bırakmaz, karşılıksız sever.

29 Şubat 2008 Cuma

Bir "İnovasyon" dur bu alıp başını giden...

Yaklaşık 3 senedir;her ay, hemen hemen hiç kaçırmadan iş dünyasından haberler sunan,gelişmeleri aktaran, şirket bilançolarını, yöntemlerini yorumlayan dergiler okurum.Allah var, kendimi geliştirmemdeki etkisi yadsınamaz.Babam ; " Oğlum,okuduklarını sağda solda görmeye çalış,bölümüne çok faydasını görürsün." derdi hazırlık zamanlarımda.Ben de ukela bir tavırla başımı sallar," He, babacığım şu Amerika'ya gidip geleyim de ondan sonra düşünürüm" derdim.Adamcağız çok haklıymış,şimdi bu yazıyı yazaraktan bayağı bir ekmeğini yiyeceğimi düşünüyorum sözünü tutmanın.

Son altı aydır bir "inovasyon" furyası dostlarım.Hangi derginin kapağını kaldırsam, hangi CEO'nun röportajını okusam, herkes O'ndan dem vuruyor,yere göğe sığdıramıyor.İnsanın ister istemez canı sıkılıyor.Zira, "farklı" olayları kovalayıp başarıya ulaşmış ya da mevcut durumları resmen baştan irdeleyip değiştirmiş adamların hep ağzında nedense bu kelime.Dedim kendi kendime, "Yok hafız ,bu böyle olmaz, sen bir bak,neymiş bu herkesin ağzındaki sakız".Ondan sonra başladım araştırmaya.Hemen Mey İçki CEO'su Galip Yorgancıoğlu'na bağlandım: "İnovasyon benim için farklılık, yenilik, tüketiciyi iyi anlamak, dünya trendlerini iyi takip etmek, markayı iyi tanıyıp sınırlarını bilmek demek.Ardından,"Koç Bilgi Grubu Genel Müdürü Mehmet Nalbantoğlu ise inovasyonu "bir fikri pazarlanabilir bir ürün ya da hizmete dönüştürmek " olarak tanımladı.Tamam , olacak bu iş!

İnovasyon araştırması serüvenimde neler gelmedi ki başıma.Sanal toplulukların en önemlilerinden biri olan "Second Life" ta-hani bu insanların ikinci hayatını yaşadıkları site-,en iyi yirmi arasına giren Vestel,kitlelerden topladığı birbirinden farklı fikirlerle t-shirt satışlarını doruklara taşıyan Threadless ,pazarlama yokken onu var eden P&G (Procter and Gamble) ve daha niceleri.Harika bir şekilde kullanılmış yöntemler silsilesi.
Olayı daha da somut kılmak adına, aslında hepimizin bazen günde bir kaç defa maruz kaldığı fakat maalesef hiç üzerinde düşünmediği-burada babam bir kez daha haklı çıkıyor-"Genç Turkcell" mevzuuna dikkatinizi çekmek istiyorum.Evet, Genç Turkcell kesinlikle bir inovasyon örneğidir!Genç kullanıcılarıyla iletişimini yitirdiğini düşünen ya da farklı bir şekilde yaklaşmak isteyenTurkcell,üyelerine SMS aracılığıyla fırsatlar sunmaya dayanan bir yöntemle pazarlamasını yapmıştır.

Beni asıl dumurlardan dumurlara sevkeden ise bu işten bugün 8 milyon "dolarcık"kazanan Micheal Sikorsky'nin demeci:"Nasıl bir şey yapacağımızı,kime yaptıracağımızı ya da yapacağımız bu şeyi kimin alacağını bilmiyorduk.Mantığımız basit aslında:Cambrian topluluğuna üye olan bir kişinin, iş fikrini tüm toplulukla paylaşmasından sonra, bu fikir internette kullanılma ve pazara uygunluk açısından puanlandırılıyor.Akabinde , geri dönümlere göre fikir hayata geçiriliyor ya da geçirilmiyor.Hatta,en iyi 6 fikir de kendi arasında "IdeaWars" isimli bir platformda yarıştırılıyor." "İnovasyon"
denen "sakız"ın kendisinden böyle paralar kazanmak da inovasyonun ta kendisi olsa gerek.

Naçizane yazımın sonlarına gelirken, bayağı revaçta olan bu uygulamanın şirket çapına çeşitli teşvik ve takım uygulamalarıyla taşındığında daha da inanılmaz sonuçlara gebe olabileceğine değinmek istiyorum.Lakin, bu tip uygulamalarda şirketin yapısı çok iyi incelenmeli dolayısıyla "inovasyon" yapılırken "göz" çıkarılmamalı.Bu "kolektif zeka" düşkünlüğünün kimseyi doğru yoldan saptırmamasını umuyorum.

Evdeki hesabın "pazarlama"ya uyması dileğiyle, kalın sağlıcakla...