24 Mart 2008 Pazartesi

Hey Millet ! Dersimiz iPod



Uzun zamandır, dünyaya mal olmuş bu pazarlama çılgınlığı üzerine bir yazı yazmayı planlıyordum , bugüne nasipmiş. iPod'u olanlara kızacak değilim ya da ürünlerine çamur atacak. Yazım,naçizane, bu nadide ürünün pazarlanmasına ve tabi ki de bu ürüne sahip olanların "ego"larına ithafendir. Haydi bismillah...
Madem güzel,kapsamlı bir işe girişelim dedik o zaman rakamlar bu "ince" olayın olmazsa olmazıdır diyerekten "verilerin diyarında bir gezinti"ye çıkalım diyorum. 2001'den beri yaklaşık 100 milyon ürün satıldı ve bu satış rakamlarının ciddi bir oranı 2005'in dördüncü çeyreğinde gerçekleşti. Gözümüzün önüne bir "Product Life Cycle" eğrisi getirdiğimizde ne kadar ciddi bir durumla karşı karşıya olduğumuzu anlatmış olurum herhalde. Bunun yanına bir de %73 lük pazar payı ile bir diğer marka "MP3 çalıcısına" sahip olan tüketicinin yine de "benim MP3 çalıcım" yerine "iPod'um" algısını da ekleyin. Aslında yazımı burada bırakıp bilgisayarın başından kalkıp gitmek var.Gerisini sizlerin gözlemine ve de ileride bu canavarın neler yapabileceğini irdeleyen hayal gücünüze bırakabilirim.Lakin, bu cihazın ,Apple'ın,kendisi iPod'u üreten şirkettir bu arada; memnun olduk,bilgisayar satışlarını bile arttırdığına değinmeden geçemeyeceğim.
Bu güzel cihazın bu kadar güzel satış yapmasına fayda açısından yaklaşırsak bir yerlere çıkamayız çünkü her MP3 oynatıcının içine şarkı yükleniyor, dolayısıyla yanınızda taşınabiliyor. Zira, olayın mantığında da bu yatıyor zaten ; yükle , götür , dinle. Ama , "click-wheel" (bu, genelde baş parmakla kumanda edilen, alışılması zaman alan kontrol paneli ) denilen farklılık , göze basit görünen tasarım ve de gerçekten farkedilen o tatlı beyaz renk iPod'u iPod yapan unsurlar. Bu "şaşırtan" duruma kimi zaman pazarlamacılar tarafından 4P grubuna dahil edilen "packaging" penceresinden bakacak olursak mümkün olabildiğince küçük ve "egosal" paket tasarımları bu ürünün basitliğini ve bir o kadar da havalı oluşunu destekler nitelikte.
Şimdi bu süreç bununla tamamlanmadı tabi ki , develer tellal iken , kalbur saman içinde , "iPod Family" oluştu; bunu da o vazgeçilmez kol bandları, zaten baştan beri var olan "ben burdayım" diyen beyaz kulaklıklar , ev sistemleri ve araba içlerine kadar uzanan bir yayılım izledi. Hatta "Volvo iPod adaptörü" bunların en bomba örneğidir. (Volvosu olanlar-araba ilgim olmadığı halde en sevdiğim arabadır,"İsveç Çeliği"dir kendisi , güvenlik ön planda pazarlanmıştır -bu adaptörü iPod Shuffle'dan daha üst bir model iPod'ları varsa herhangi bir Volvo bayiisinden temin edebilirler.) Bu vesileyle iPodlu kitle grup oluşumlarının önü açılmış oldu , insanlar oluşturulan bir olguya dahil olmak istediler. (Bkz : Harley Davidson grupları , Contextual Marketing, " Motoruma binerim , giderim , özgürüm , havalıyım , deri pantalonum var , zincirim var vb.")
Bilindik 4P'lere değinecek olursak , fiyatlandırma yöntemi çok da göz kamaştırıcı değil aslında. Her çok tutulan ürün gibi onlar da yüksek fiyatla girdiler pazara ama sonrasında yeni ürünlerle desteklenen sürdürülebilir yenilikçi tutumları mevzu bahis "PLC" grafiğindeki "olgunluk" döneminde beklenen fiyat düşürülmesini engelledi.(Burada değinmek istediğim inovasyon, ürünleri farklılaştırma bazlıdır. Yani ; normal iPod'u fotoğraf yükleyebildiğiniz, video seyredebildiğiniz ya da oldukça "hedonic" altın kaplamalı iPodların izlemesi.) Bu arada rakipleri fiyat kırmaktan ziyade farklı pazarlama uygulamalarıyla fiyatlarını kırmadılar-ki bence izlenilesi bir pazar rekabetiydi. Bir Creative kullanıcısı olarak değinmeden geçemeyeceğim , onlar ürün faydalarını çok ön planda tuttular ve de bu strateji "price-performance" ikilisine gerçekten takan tüketicilerde doğrudan cevap buldu. Ancak üzücü bir durumdur ki , yıllardır halkımıza "Japonlar yapıyor be hacı!" dedirten Sony, bu alanda istediğini pek bulamadı.Söz gelimi , "Place" kavramı ; 2002 yılında doğrudan Apple'ın sitesinden satın alım yapılabiliyordu , daha sonrasında güçlenen pazar hakimiyeti ile bu stratejiyi "Apple Store"lar izledi.(Buradaki amaç sadece iPod satışı da değil , gözlerinizi kapatın, işte karşınızda "Mac"ler!) Sonrasında dağıtım kanallarının güçlenmesiyle birlikte iPodlar internet sitelerinden sonra "Kipa"lardan da alınabilir hale geliyordu.
iPod reklamlarındaki kulaklarında o beyaz kulaklıklarla dans eden siluetler segmentasyonun aslında advertising olayına birebir yansımasıydı. Onlar için yaşa , cinse , ırka ya da kıtaya dayandırılan bir "demographic segmentation" sözkonusu değildi. Ama olayın "position" adımında öyle bir durum vardı ki işte bu durum pazarda "Hedonism" rüzgarları estirdi. "iPodlu" olmakla , "O'na sahip olabilmekle" "motive" olan bünyeler iTunes'un, kendisi iPod'un şarkı düzenlenmesi ve indirilebilmesi, dinlenebilmesi için kullanılan yegane yazılımı olur, ucuza yasal şarkı indirebilmesi ile daha da şenlendi , çünkü böylelikle dinleyicisi oldukları müzisyenlerin arşivlerini iPod'larında barındırabileceklerdi. İlk yazıma istinaden, iPod Facebook'a yüzünü çevirmeden önce Myspace.com'da inanılmaz bir inovasyon politikası izlediğine değinmek istiyorum.Eğer üyeyseniz , ürünlerle ilgili harika tasarlanmış sayfalar bulabilirsiniz. En son olarak da bana afedersiniz "ohaa!" dedirten bir noktaya değinip yazımı toparlamak istiyorum. Microsoft Vista 'nın iTunes kullanımında bazı sorunlar çıkarması , Microsoft müdavimlerinin mevcut işletim sistemlerinin sürümlerinin Vista'ya yükseltmesini engellemiş.Hey Yarabbi !
Yaklaşımınız "MP3 de çalabilen elektronik bir mücevher istiyorum." şeklindeyse zaten sizin için yapılacak çok da birşey kalmamıştır.Naçizane fikrim , iPod'un fayda açısından pek de o fiyatı haketmediği ama artık üzerinde iPod cepleri bulunan ceketler bile üretilmeye başlandıysa zaten bu yazı geç kalmış olmaktan öteye gidemiyor. Yine de kafanızda ses kalitesi anlamında bir soru işareti oluşursa nice teknoloji dergilerine makale olmuş ürün karşılaştırmalarına bir göz atın derim ; farkı siz de göreceksiniz.Kalın sağlıcakla...

Dipnot : Bu yazımda çok fazla yabancı kelime kullanmamın sebebi , olayın akademik boyutundan biraz daha dem vurmaya çalışmaktır ; yoksa güzel Türkçemizle bir alıp veremediğim yoktur. Bilgilerinize...

Kaynaklar :
1. http://www.slideshare.net/JNathan/marketing-to-europe-ipod
2. http://www.marketingturkiye.com/Haberler/Detay/?no=5336
3. http://www.photoshopsupport.com/tutorials/jennifer/ipod.html

19 Mart 2008 Çarşamba

Dumanlı Pazar

Son zamanlarda tüketimini benim de arttırdığım, çay ve neskafe gibi içeceklerin yegane ‘complement’ i, tutması kolay bırakması zor şey; Sigara. Bugün dünyada yıllık sigara üretimi öyle bir boyutta ki, yılda herbirimize bin paket sigara düşüyor. Bu da yılda altı trilyon paket sigaraya tekabül ediyor. Bu devasa hacim, yıllık 200 milyar dolar. Peki nasıl oluyor da sigaraya getirilen reklam, sponsorluk ve promosyon kısıtlamalarına, sigara karşıtı kampanyalara paketlerin üzerine koca puntolarla yazılan ibarelere dahası yasalara rağmen piyasa gücünden ve hacminden bişey kaybetmiyor?

Bilindiği gibi reklamlar, sponsprluk anlaşmaları ve promosyonlar firmaların hedef kitlelere ulaşması yolunda kullandıkları en etkili araç. Özellikle de gününmüzün gelişmiş iletişim kanallarıyla. Fakat sigara üreticilerine getirilen yasaklar, bu kulvarda firmaların önünde ciddi bir engel. 2005 yılından bu yana AB ülkelerinde sigara şirketleri gazete, dergi ve Internet'e reklam veremiyor. Bu şirketlerin Birlik ülkelerinde parasız ve tanıtım amaçlı sigara dağıtmaları da yasak. 2006 yılında ise sigara şirketlerinin spor karşılaşmalarının sponsorluğunu üstlenmelerine yasak getiren yasa kabul edildi. Bu noktada sigara firmalarının elinde kalan en güçlü silah, insanların istese de istemese de hakim olamadıkları şey; Algı

Her ne kadar açıkça reklam yapamasalar da kritik noktalarda yaptıkları masum hamlelerle bilinç altında sigara içme isteğini kamçılıyorlar. Aynı zamanda firma sahipleri ve yöneticilerin yaptıkları çarpıcı açıklamalar da bu stratejiyi destekler nitelikle. Imperial Tobacco’nun “Ergenlik çağındaki çocuklar özgürlüklerini bir sembolle ortaya koyma eğilimindedirler. Sigara, olgunlukla özdeşleştirildiği için ve yetişkinler sigarayı yasakladığı için en önemli semboldür” ve Camel’ın yaptığı “Camel, büyümesini garantiye almak için yeniliklere açık olan ve geleceğin sigara içimini temsil eden 14-24 yaş grubunu hedeflemektedir.” açıklaması, kişiliği koyacak yer arayan ergen gençleri hedef alıp bu dogrultuda semboller ve hatırlatıcı objelerle onları teşvik etmeye yöneltme çabalarını açıkça göstermektedir.

Sigara tüketimindeki artan grafiğe rağmen, sigaraya karşıyız.
Yasal uyarı: Sağlığa Zararlıdır!

15 Mart 2008 Cumartesi

Müzik Dünyasının Pazarlama Kabadayıları

Tam olarak hatırlayamasam da bundan 5 sene öncesine tekabül eder Laço Tayfa ile tanışmam. Nurhat Şensesli'nin- kendisi Türkiye'nin çoğu albümüne bas gitar çalmış bir üstadıdır- şarkı girişindeki uçan tekmelerine tanık olduktan sonra kulaklarımdaki tınının geçmesine aman vermeden hemen café sahibine koştum.
Ben:Aman güzel abim bu çalan nedir?
Üzeyir Abi: "Bilader" bu Laço Tayfa! Türkülerimizi; cazdır , reggeydir sambadır envai çeşit müzik çeşidiyle harmanlayıp bize sunmuşlar.Üstüne roman bir klarnetçi şanlarını(vokallerini) üflemiş. Ama yapılanlar insan işi değil,"abem"insan işi değil Allah seni inandırsın.
O gün bugündür dinlerim Laço'yu ama bir canlı dinlemek nasip olmadı. Zamanla kendi kitlesini oluşturdular sonra da nadir canlı çalmaya başladılar.İnşallah bir gün canlı da izlerim.
İlk dönemin sonlarındayım ,nam-ı değer Güven Borça'nın okulumuzdaki konuşmasını dinlemekteyim.Müzik dünyasındaki pazarlama ihtiyacından dem vurdu ama müzik dünyasındaki insanların seviyesine ve iletişimsizliğine de değinerek bu alandaki pazarlama zorluğunu da dile getirdi.
Aslında bugün bahsetmek istediğim ne Laço Tayfa ne Güven Borça. 2 senede yabancı şarkı sözleriyle bile yerel anlamda büyük bir kitlenin dikkatini çekebilmiş olan Dolapdere Big Gang.Adamlar sadece yurtiçinde değiller dahası yurtdışı projeleri. Şimdi soracaksınız ne alaka diye. İşte başlıyoruz.
Grup çoğunluğu Dolapdereli, bir diğer deyişle, Roman elemanlardan oluşuyor.Yaptıkları iş ise basitçe yıllardır delicesine dinlenen yabancı şarkıları Türk sazları ile alaturka yorumlayıp 9/8 lik(bildiğimiz oyun havası ritmi) "oynak " bir şekilde icra etmek. Benim naçizane fikrim müziklerinin üst kalitede olmadığı ama siz de takdir edersiniz ki birşeyin pazarlanması için mükemmel olması gerekmiyor kaldı ki mükemmel olsa dahi yine pazarlama gerektiyor. İşte bunların üzerinde böyle kafa yorarken pazarlama gurularını bile düşünderecek bir cümle ile tarumar oluyorum: "Türkiye konumu itibariyle birçok kültürü içinde barındıran ve bu kültürlerden etkilenen bir ülke. Müzikte de bu etkileşimin izlerini görüyoruz. Ama bugüne kadar hep bizim müziğimiz yabancı müzik piyasasına, onların bakış açısına, ritmlerine uyarlanmaya çalışıldı. Biz ise tam tersini yapıyoruz. Çünkü yurt dışına ses vermenin yolunun onlara benzemek, onlar gibi olmaktan değil, kendi değerlerimizden ödün vermeden, kendimiz gibi kalmaktan geçtiğini düşünüyoruz. Biz, onların şarkılarını "biz" gibi yorumladık." diyor ve ekliyor "Yıllarca biz onların yaptıklarına hayran olduk. Şimdi sıra onlarda. Sting'inden Madonna'sına Deep Purple'ından Michael Jackson'una şimdi onların bize hayran olma zamanı."
Türk milletine çok güzel pazarlandı bu olay bence.Zaten darbuka sesini durmayagörelim. Hemen başlarız sallanmaya olduğumuz yerde. Sadece bunu kullanmadı Dolapdere. Grupların kullanmaya alışık olmadığı bir de güzel logo patlattılar.O logoyu görenler grubu tanıdı hemen, çok güzel özdeşleşti ikisi.Sadece bununla da bitmedi bu akıllı pazarlama silsilesi.İlk albümde şarkılarını kullandıkları sanatçıların hiç bir şarkısına ikinci albümde yer verilmedi dolayısıyla dinleyici sıkılmadı. Akabinde kendilerine ait bir parça ile de diğer albümlerde yapacaklarının müjdesini verdiler. "Bizi takip edin ey sevenler" dercesine. Bununla mı sınırlı kaldı Dolapdere ? Hayır! Yeni albümlerinde Işın Karaca'ya "Final Countdown"u Teoman'a(Teoman'ı kullanmasalar daha iyi olabilirmiş , sevmiyorum kardeşim adamı Allah Allah) ise Helldorado'nun "Drinking Song"unu söyletmişler. Ama son hamleleri var ki gerçekten ABD gibi büyük müzik endüstrilerinin bulunduğu ülkelerdeki yöntemleri kıskandıracak nitelikte. Just Feel albümü, normal CD versiyonun yanı sıra çok özel bir "Special Edition Box"la birlikte piyasaya sürüldü. Koleksiyonerler ve grubun hayranları için sınırlı sayıda üretilen "Special Edition Box"ın içinde yeni albüm Just Feel'in yanı sıra grubun ilk albümü Local Strangers da yer alıyor. Ayrıca Dolapdere Big Gang için özel tasarlanmış duvar saati, 2008 takvimi, kitap ayıracı ve magnet de grubun sevenlerine yeni yıl sürprizi olacak nitelikte.Buyrun efendim ne güzel değil mi ?
Bu yazıyı yazmamın 3 sebebi vardı: Müzikteki pazarlamaya kafa yormam, Dolapdere Big Gang 'in yılbaşında iddialı bir kanalda uzun bir konser vermesi ve de teyzemin sabah kahvaltısında çaylarımızı yudumlarken benden bu grubun şarkılarını istemesi.
Yorumlarınızı esirgemeyin , ışık sizinle olsun....

11 Mart 2008 Salı

MAKARNAYI ÇOK SEVİYORUZ!

Her ne kadar makarnayı çok seviyoruz desek de , ülkemizde kişi başına düşen tüketimimiz neden 6.0 kg yi geçmiyor.Hemde makarna üretiminin dünya sıralamasında 2. olduğu bi ülkede.Hiç şaşırmıycaksınız ki dünya sıralamasına baktığımızda,italya 30 kg'yi aşmış bile. İtalya yı 13 kg. ile Venezuella ve 11.7 kg. ile Tunus izlemekte.ABD,Yunanistan,İsveç,Fransa gibi ülkelerin yanısıra Şili,Peru ve Arjantin bile sıralamada bizi çok geride bırakmış.Türkiye bu tabloda ilk 20 ye zorlukla girebiliyor.Sektörün hedefide başlangıçta kişi başına olan tüketimi 8.0 kgye çıkarmak.

Peki makarnayı sevmemize rağmen neden tüketimimiz bu kadar düşük?Yanıtı basit aslında: öncelikle makarnanın besin değerinin ne kadar yüksek olduğunun anlatılamamış olması.En önemliside
günlük karbonhidrat ihtiyacını ekmekten karşılayan Türk halkı, makarnayı gerek bulgur ve gerekse pirinç pilavında olduğu gibi ana yemek olarak kabul etmemesi.Dünyada ana yemek olarak yüzlerce çeşidi yapılan makarna,Türk Halkının gözünde ketçap veya yoğurtla pilav niyetine yenmekten öteye gidememiştir.

Yıllardır çeşitli yöntemlerle makarna tüketimini arttırmaya çalışan üreticiler artık daha yaratıcı ve agresif pazarlama yöntemleri denemeye başladılar.
Bunlardan biri de Arbellla'nın çalışması.Son günlerde tv ekranlarında sıkça rastladığımız arbella reklamı.Reklamda tam bize göre arkadaşlar,bize sesleniyor.Diyor ki:''Hey öğrenciler,biliyoruz makarnayı çok yiyorsunuz, aynı zamanda seviyorsunuz; bir de değişik makarna tarifleri için sitemize bir girin.'' Zaten reklamda da belirlenen hedef kitle çok net yansıtılmış ve iyi bir iletişimle kitleye ulaşılmış.Kitlenin bilinen tüketim alışkanlıklarını değiştirmenin yanısıra tüketim şeklinide daha da çok zenginleştirmeye çalışmış.Üsteliklik video çekimlerini usta bir ahçı ile deil de bizlerden biriyle yaparak herkezin kolaylıkla yapabileceğini de vurgulamışlar.Gösterilen birbirinden değişik sos tarifleriyle gerçekten yeni tatlar yakalamak ve alışkanlıklarımızı değiştirmek için başvurabilceğiniz güzel bir kaynak.

8 Mart 2008 Cumartesi

Güzele her mevsim bakılır...

Güzel için zaman kavramı yoktur. Yaz – kış güzeldir, bakılır. Futbol, her mevsim oynanır. Peki ya dondurma yenir mi her mevsim ? Annemin, ben çocukken üşütmeyeyim diye bana bağırışı kulaklarıma doldu birden. Ama Algida, evhamlı annelere aldırmadan dondurma yaz-kış yenir diyor. Sevdiğiniz şeyi yemekten sizi hiç bir şey alıkoyamaz düşüncesiyle, dondurmayı tek dönemlik bir gıda olmaktan çıkarma amacında. Böylece dondurma satışını yaz dışında, dondurma için ölü mevsim olan kışın da yapmayı planlıyor. Gerçekten çok yaratıcı bir pazarlama hamlesi. Belli bir döneme ait ürünü, tüm dönemlere yayarak satışları arttırmak. Reklamın başarısı sayesinde bu slogan tüketicilere çok sağlam bir şekilde ulaşıyor. Verilen örnekler, kitleleri ele geçiriyor ve dondurmanın her mevsim yenebileceği fikri bizlere yeni bir davranış biçimi olarak dayatılıyor. Algida “Dondurma niye kışın yenmesin ?” diyor. Peki işe yarıyor mu ?


Evet, işe yarıyor. Hem de sadece “Carte D’or” satışlarını arttırmakla kalmıyor, genel anlamda dondurma satışlarını arttırdığını farketmiş bulunmaktayım. Son dönemlerde “McDonald’s”ların önünde bir kuyruk, herkes o sade dondurmayı yemek için sıra bekliyor. Hava buz gibi, ama insanlar dondurma yemek istiyor. Eskiden anneler kızardı çocuklarına, şimdi annelerin elinde bir külah, çocukların elinde bir külah dolaşıyorlar. Evlere “Carte D’or” alınıyor. Sıcak ev ortamında, dondurma yeniyor. Etkileyici bir pazarlama stratejisi ve iyi bir reklamla sadece satışları arttırmakla kalmazsınız, aynı zamanda o toplumun davranışlarında da değişikliğe sebep olabilirsiniz. Onlara bugüne kadar doğru bulmadıkları, yapmadıkları, fakat yaptıklarında zevk alabilecekleri şeyleri sunabilirsiniz, ve böylece güzeli yaz-kış güzel kılabilirsiniz. Belki sadece sunum şekli farklı ama, “Nescafé”de de bunu görmüştük. Sıcak bir içecekti, kışın içilirdi. Ama sonra bir baktık, havuz kenarlarında buzlu buzlu içilmeye başlandı. Her şeyi pazarlayabiliyorsak, güzel olan şeyler de ait oldukları kalıplardan çıkarılıp, farklı ve daha geniş kapsamlı bir şekilde sunulabilir.

Algida bu yaratıcı fikriyle iyi bir sonuç elde etmiştir ve tüketicilerine dondurma zevkini kışın da tattırmayı başarmıştır. Aşık Veysel’den alıntı yaparak, Algida’ya bir mesaj vermek istiyorum: Güzelliğin on par’etmez şu tüketicin olmasa !

6 Mart 2008 Perşembe

SPONSORUN FUTBOLU

80’lerin sonu itibariyle futbolun globalleşme ve endüstrileşmeye başlamasının sonucu futbol kulüplerinin en önemli gelir kaynaklarından biri haline geldi sponsorluk gelirleri.

Peki neydi bu sponsorluk kavramı?

Bir kurum veya kuruluşun bir sporcuya, kulübe, organizasyona, spor tesislerine yaptığı yatırımı spor sponsorluğu olarak değerlendiriyoruz. Birçok büyük şirket bireylerin bilinçaltında var olmak, belli bir imaj yaratmak veya imajını güçlendirmek için sponsorluk alanında yatırımlar yapıyor. Böylece yaptığı bu yatırımlarla rakiplerine karşı belli bir avantaj kazanıyor ve marka değerini arttırıyor. Günümüzün endüstrileşmiş futbolunda fast-foodtan teknolojiye, bankacılıktan spor ürünleri üreten birçok firmaya kadar çoğu markanın sponsorluk yatırımları yaptığını görüyoruz.

Futbol sektörünün sponsorluk gelirlerinden elde ettiği tutar 8.5 milyar dolar civarında. Bunun 3 milyar dolarlık bir bölümü, dünyada ekonomik açıdan futbolun en büyük pazarı olan Avrupa’ya ait. Verileri incelediğimizde bu gelirin %50’sinin beş büyük ligde(İngiltere, İspanya, Almanya, İtalya, Fransa) oynayan takımlara, geri kalan %50’nin ise diğer 47 UEFA üyesi ülkenin takımlarına gittiğini görüyoruz.

Sponsorluk gelirlerindeki bu uçurumu baktığımızda ise futbol kalitesi ve dolayısıyla dünyanın her yerinden büyük ligleri gösterilen ilgi karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla, firmaların markalaşabilmiş, uluslararası üne sahip olan yani globalleşmiş kulüplere yatırım yaptığını görüyoruz. Zirveye baktığımızda 93 milyon dolarla FC Chelsea ilk sıraya sahip. Onu sırasıyla izleyen takımlar ise Bayern Münih ve Manchester United. Tabiî ki bunlar geçen yılın istatistikleri. Güncel sponsorluk anlaşmalarına baktığımızda sponsorluk ücretlerinin daha da arttığını görüyoruz. Mesela Arsenal’in Emirates ile imzalanmış 100 milyon sterlin değerinde bir anlaşması var.

Sponsorluk sadece kulüplere değil, dev organizasyonları da kapsıyor. Dünyanın en büyük futbol organizasyonu Dünya Kupasına baktığımızda karşımıza kulvarları çok farklı olan 21 dev sponsor firma çıkıyor. Coca-Cola, Adidas, MasterCard, Hyundai, McDonalds, Gillette, Yahoo, Philips gibi birçok firmanın yaptığı yatırımın 650 milyon dolar olduğu konuşuluyor.

Bu büyük yatırımların firmalara sağladığı kazançlar ise gerçekten çok büyük. Sponsorluk yatırımları sayesinde dünyada 3 milyar insana imajlarını tanıtıp, tanınırlıklarını arttırıyorlar. Bu da satış oranlarında önemli bir yükselme demek. Bu imaj çalışmalarına en büyük örnek şüphesiz Coca-Cola. Yapılan anketlerde Dünya Kupası denince her 100 kişiden 51’inin aklına Coca-Cola geliyor. Buna sebep olan en büyük neden, Coca-Cola’nın 72 yıldır Dünya Kupasının resmi sponsoru olması. Coca-Cola yöneticileri elde ettikleri büyük karın farkında olmalılar ki, 2022 yılında kadar Dünya Kupası’nın resmi sponsorluğuna devam edecekler. Diğer bir örnek ise Adidas. Adidas 8 yıllık bir sürede Dünya Kupası sponsoru olmak için 350 milyon dolar ödeyecek. Fakat Adidas yöneticisi Thomas van Schaik, buna değdiği görüşünde. Schaik, ''90 dakika bir ürünümüzü, sahadaki topu televizyonlarda seyrettiriyoruz'' diyor. Sahayı çevreleyen reklam panoları, futbolcuların ayakkabıları ise işin cabası. Dünya Kupası resmi futbol toplarını üreten Adidas, 2002 yılında bu toplardan 6 milyon adet satmış. 2006 yılındaki satış miktarları ise 15 milyon civarında. Bu da yaptığı yatırımların kendisine dönüşü demek.

Bir de futbolcularla imzalanan kişisel sponsorluk anlaşmaları var. Tabiî ki bunun bedava malzemeden ibaret olduğunu düşünmek yanlış olur. Firmalar büyük paralar ödeyerek oyunculara sponsor oluyor, onlara reklam kampanyalarında yer veriyor. Bu alanda akla ilk gelen isim şüphesiz ki başlı başına bir marka olan David Beckham. Beckham sadece bir futbolcu değil, aynı zamanda günümüz modasının en önemli ikonlarından birisi. Son yıllarda eski formunda olmasa da hala çok kazanıyor. Son birkaç seneye baktığımızda sektörde en önemli isimlerden biri Ronaldinho. Sony Ericcson, Nike, Pepsi, Algida gibi markaların reklam kampanyalarında boy gösteren yıldız, en çok kazanan futbolcular listesinde ilk sıraya oturmuş durumda. Futbolcularla yapılan anlaşmalar, saha içinde firmanın ürünlerini kullanmaktan ibaret değil. Firma, oyuncunun saha dışı davranışlarından fiziksel imajına kadar birçok noktada belirleyici rol oynuyor. Hatta oyuncunun başka bir kulübe transfer olmasında aracılık etme görevini de üstleniyor.

Dönüp Türkiye’yi incelediğimizde ise, sponsorluk kavramının bizde eskilere dayanmadığını ve yeni yeni geliştiğini görüyoruz. Türk futbolundaki sponsorluk pastasına baktığımızda büyük payın 3 büyüklere gittiğini görüyoruz. 65 milyon dolarlık bu pastanın %30’u bu kulüplere gidiyor. Zirvede 8.5 milyon dolarla Fenerbahçe var.

Turnuva ve lig bazında sponsorluklar incelendiğinde ise son yıllarında önemli gelişmeler mevcut. Türkiye 1. ligi, 1999-2000 sezonundan beri çeşitli firmaların isimleri altında oynanıyor: Telsim 1. Ligi, Turkcell Süper Lig vb… Türkiye Kupası ise 2 sezondur Fortis’in sponsorluğu altında Fortis Türkiye Kupası şeklinde oynanıyor. Bu sponsorlukların Türk futbolu için çok önemli bir mali destek olduğu ise yadsınamaz bir gerçek.

Büyük sponsorluk gelir elde etmenin yolu uluslararası vizyon ve ciddi anlamda markalaşma olduğu için, Türk futbolu bu büyük pastadan yeterince pay alamıyor. Bu alanda bizim için başarının sırrı birbirini besleyen iki kavramda: Futbolda başarı ve mali güç.

Sonuç olarak sponsorluk kavramını genel olarak değerlendirdiğimizde futbol ve iş dünyasının çok büyük kazançlar sağladığını görüyoruz. Sponsor firmalar, imajlarını milyarlarla ifade edilen çok geniş kitlelere ulaştırıyor; futbol dünyası ise kulübünden oyuncusuna milyarlarca dolar gelir elde ediyor. Sponsorların futbolda kapitalizm rüzgarıyla amatör ruhu öldürüp oyun kalitesini düşürdüğü şeklinde birçok görüş olmasın rağmen, sponsorluğun futbol sektörüne yaptığı katkı çok büyük.

M.Seyfettin AKBEL

Kaynak: www.verkac.org
www.sponsorluk.gov.tr

5 Mart 2008 Çarşamba

Sevgililer Operatörü AVEA ve Çift Sim Kartlı Gençler

Bir gün okulda arkadaşlarla oturmuş muhabbet ediyoruz, baktık karşıdan sevdiğimiz bir kardeşimiz geliyor. O da bize katılıyor, konuşmaya devam ediyoruz. Sonra arkadaşımız cep telefonunu çıkarıyor şöyle bir bakıyor, tekrar cebine koyuyor. Ardından diğer cepten bir başka cep telefonu çıkıyor ve suratında komik bir tebessüm oluşuyor. Biz de klasik erkek muhabbeti “Hayrola birader ne iş?” diye soruyoruz. O da “Ya biraderim yeni hat aldım, daha ucuz” muhabbeti yapıyor bize. Tabi bu lafın hemen ardından gerçeği öğreniyoruz. Kardeşimiz sevgili yapmış kendine muhabbetleri başlıyor. Eee, adam haklı 10 dakikası 2 kontör, beş yüz tane bedava sms var. Bırakın doya doya konuşsun yariyle.

Avea bu tip tarifeleriyle ve fiyatlandırma stratejisiyle büyük bir hızla yayıldı ve yayılmaya devam ediyor. Aycell ve Aria ile birleştikten sonra ortaya çıkan bu operatör, piyasada kendini rakiplerine göre konumladırmakta ve reklamlarında da görüldüğü gibi onlarda dakikası 4 kontör bizde 2 kontör gibi karşılaştırmalarla kendisini göstermeye çalışmakta. Gerçekten bu tarifelerle epey büyük bir kesime ulaştı AVEA. Tabi bu pazarlama stratejisi sadece kendi piyasasını değil, bir başka piyasa olan cep telefonlarını da etkiledi. İnanılmaz bir şekilde, herkesin iki cep telefonu taşıdığını görür olduk. Ciddi anlamda telefon satışları arttı. Hatta bir gün arkadaşla bir alışveriş merkezine girdik. Ben X-Ray’den geçtim, cihaz ötmedi. Ardımdan arkadaşım geçti cihaz yüksek seviyede ötmeye başladı. Görevli geldi ve şöyle dedi: “Efendim kesici alet ya da silah varsa bırakalım lütfen”. Arkadaş iki telefonu çıkartınca adam da gülmeye başladı. E adam haklı gülmekte, ben de şahsen baya gülmüştüm bu duruma. Gerçekten de komik bir durum. Eskiden cep telefonu taşımayan bu insanlar, şimdi iki tane taşıyor. Ama itiraf ediyorum, bu insanların içinde şu an ben de varım.

Tamam, AVEA ucuz, iyi, güzel ama, bir yığın da kısıtı var. 10 dakikası iki kontöre konuşmak için en az 150 kontör yüklemek lazım, 30 gün sonra da bu hakkınız bitiyor ve aradığınız kişinin de aynı tarifeye kayıtlı olması gerek. Bu tarifede diğer operatörleri aramaksa dakikası 2 kontör. Her arayışınızda da 10 dakika konuşamıyorsunuz. Böyle böyle kontörler bitiyor, yeni kontörler alınıyor. Tabii, bu tarifeler belirlenmeden önce hepsinin hesabı kitabı yapılıyor, sonra reklamlarda bu kısıtlardan arındırılarak sunuluyor ve 10 dakikası 2 kontörü duyan koşuyor hat, kontör almaya. Hatta bir dönem 150 kontör bulunmuyordu ve bu nedenle insanlar 250 kontör almak zorunda bile kalıyorlardı. Gerçekten ucuz görünüyor ama adamlar bunu vatana millete hayır olsun diye yapmıyorlar, bir şekilde tarifelerde uyguladıkları kesintiler ve kısıtlarla iyi kar elde ediyorlar. Eğer gözünüze güveniyorsanız reklamlarda alttan hızla geçen o yazıları bir okumayı deneyin, bunu yaparak kendinizi bu tarifelerden koruyabilirsiniz.

Halkımız ise operatörlerin fiyatlandırmalarından cep telefonlarını kuşanarak korunmaya çalışıyor. Bu fiyatlandırmalar hem bulundukları, hem de ilişkili oldukları piyasaları etkiliyor ve yeni ürün gelişimine kadar varan bir etkiye sahip olabiliyor. Örnek olarak, çift sim kart takabildiğiniz telefonlar bu farklı fiyatlandırmalardan sonra, insanların iki telefon taşımasıyla birlikte ortaya çıktı. Gördüğümüz gibi bir pazarlama hamlesi çevresini bir çok yönden etkileyebiliyor.

Suratında o tebessüm olan arkadaş şu sıralar isyanlarda. Mesaj geliyor telefonuna. “Ne oldu abi ?” diyoruz. O da şöyle diyor: Artık beni hiç arayan yok, mesaj çeken yok, en yakın arkadaşım “Patlican!”. Kardeşim kimse kalmaz, AVEA’nın Patlican’ı kalır. Sen kontör almaya devam et, o seni bırakmaz, karşılıksız sever.